Güncel Başlıklar

30 Ocak 2009 Cuma

Sümer'den Tevrat'a Taşınan UFO'lar


UFO’lar son yılların popüler konularından biri olarak gizemleriyle ve sırlarıyla gündemden hiç düşmüyorlar. Tanımlanamayan gök cisimleri, bir zamanların bilimkurgu hikâyeleri olma durumundan çıkıp hayatımızın içinde gerçek olgular olarak kabul edilmeye ve konuşulmaya başlandı.

Daire, silindir vb gibi genellikle yuvarlak hatlarda görülen ufolar son elli yılın cazip gizemleriymiş gibi bilinse de eski dünya tarihinin kaynakları onlarla doludur. Eski bir takım resimlere, hikâyelere, yazılara, hatta şiirlere bakıldığında ufoların insanın var oluşu kadar eski bir konu olduğu kolayca anlaşılabilir. Henüz uçağı bile keşfetmeyen ve uçmanın sadece bir rüya olduğunu düşünen iki yüz yıl önceki insanın karşısına bugünün teknolojisi ile çıksak acaba neler hissederdi?

Hele ki binlerce yıl öncesi yaşayan insan için gökten gelen bir cisim ya da canlının tanımlanması hangi kelimelerle yapılırdı ve ufolar bugüne nasıl bir olgu içinde taşınırdı? Aslında belki de ufolar gerçekten binlerce yıl öncesinde de vardı ve insanoğlu onu gökyüzünden gelen tanrı diye tanımladığından biz modern dediğimiz bu çağda o hikâyeleri masal ya da mistik uydurmalar diye kabul ediyoruz hala…

Bütün geçmiş kültürümüzün içinde bilinçli ya da farkında olmadan ne kadar çok ufo bilgisi içinde olduğumuzun ayırdına varabildiğimizde tüm bildiklerimizi bir tarafa koyup beynimizi yeniden yapılandırmamız gerekir ve bu gerçekten hiç te kolay değildir. Ne yazık ki bilimin ve siyasetin vip salonlarında oturan erk sahibi çoğunluk, genellikle kolay yolu seçer ve ufoların gerçekliğini kabul etmez. Televizyonda ya da görevli oldukları kurumun faaliyet alanı içinde ufoların varlığını reddeden hatta alay eden pek çok bilim adamı kendi kendileriyle kaldıklarında aynı reddedici tutumu gerçekten devam ettirebiliyorlar mı acaba?

Son yıllarda birer birer açılan resmi devlet dosyaları ile alay edilen ufo fenomeninin hiç de küçümsenecek bir konu olmadığı kamuoyuna açıklanmak zorunda kalınmıştır. Binlerce dosyanın içinde tabiidir ki gerçek olmayan, yanılgı taşıyan, uydurulan, reklam amaçlı ya da psikolojik bozukluk sonucu olduğu anlaşılan olay sayısı küçümsenemez ama gerçek dışı olanlar elendikten sonra elde kalan dosyalar ilginç özellikler taşımaktadır. Olaylardaki nesneler gerçekten dünyadaki hiçbir şeye benzemezler ve ne kadar uydurma olabilecekleri gerçekten bir kez daha düşünülmeli ve tartışılmalıdır.

UYGARLIKLARI KURAN TANRILAR KİM?

Bilinen ilk yazıtlar Sümer yazıtları kabul edilir ve uygarlık denilince başlangıç kabul edilen kavramların içinde “tanrılar” kelimelerinin yerine “ufo”lar kavramıyla baktığımızda ilginç bir bakış açısı yakalarız. İlk uygarlık olarak tarihe geçen Sümerliler MÖ 3800 yıllarında bir ileri uygarlığa sahipti ve en şaşırtıcı olan şey bu güne dek Sümerlilerin kim olduklarına, nerden geldiklerine ve uygarlıklarının nasıl ve niçin ortaya çıktığına dair hiçbir bilgiye sahip değiliz. İlkel göçebe avcıları ve yiyecek toplayıcılarını, önce çiftçilere ve çömlekçilere, derken devasa şehir kurucularına, mühendislere, matematikçilere, gökbilimcilerine dönüştüren şeyin ne olduğunu gerçek anlamda bilmiyoruz. Bu soruya cevap ararken de onlardan kalan eski yazıtlarda adı geçen tanrıların kim olduğuna da bir cevap bulamıyoruz. Fantezi ve eğlence olsun diye kilden ve taştan kitabelere masallar mı yazdılar, yarı tanrı, yarı kuş, yarı insan gerçekdışı kahramanların resimlerini arkalarında oyun kahramanı gibi mi bıraktılar?

Bunu cevaplayabilmek için de eski Sümer kelimelerinin anlamlarına baktığımızda, Sümer hikayelerine göre tanrıların yarattığı ilk model insan olan “Adapa” ilginç bir şekilde Adem ile Havva’ya çok benziyor. Yani bildiğimiz Eski Tevrat’taki Adem. Tanrılara ve insanlara yaşam veren olarak Ninhursag’ın Ana Tanrıça olduğunu ve takma isminin “Mammu” olduğunu görüyoruz. Bu da günümüze İngilizcede anne anlamına gelen “mamma” kelimesinin orijinini oluşturuyor. Bazı kelimelerin roket veya uçan bir cisim anlamına geldiği düşünülüyor ve böylece tanrılar gök ile özdeşleşiyor. Yani böylece tanrıların gökten geldiği teorisi çıkıyor.

İlk yaratılış destanı olarak bilinen “Enuma Eliş”i incelediğimizde bu destanın aslında güneş sistemimizin yaratılışını anlattığını söyleyebiliriz. Sümerlilere göre güneş sistemimizin içinde bizim son yüzyıllarda ancak farkına varabildiğimiz gezegenler mevcut. Günümüzde hepimiz biliyoruz ki; dev gezegenler olan Jüpiter ve Satürn’ün ötesinde daha belli başlı olan Uranüs ve Neptün ile küçük bir gezegen olan Pluton uzanır. Fakat böyle bir bilgi oldukça yenidir. Uranüs, 1781 yılında, gelişmiş teleskopların kullanılması yoluyla keşfedilmiştir. 1846’da ise Neptün’ün yeri, astronomlar tarafından, matematiksel hesaplamaların yardımıyla kesin olarak belirlenmiştir. Neptün’ün bilinmeyen yerçekimsel bir çekim gücünün etkisi altında olduğu anlaşılmış ve 1930’da Pluton’un yeri keşfedilmiştir. Oysa Sümerler binlerce yıl öncesinden tüm bu bilgilere sahiptiler.

Sümerler Nibiru adlı bir başka gezegenden daha bahsediyorlar ve bunun güneş sisteminin dışında bulunan ve güneşin geniş eliptik yörüngesine takılarak 3,600 dünya yılı süresince burada kalan bir gezegen olduğunu söylüyorlar. Binlerce yıl öncesinde bizden çok daha fazla astronomik bilgiye nasıl sahip oldukları gerçekten bir sır. Sümerlere göre onlar bu bilgileri gökten gelen tanrılardan öğrendiler. Bizim bildiğimiz 9 adet gezegen olduğu için, bize göre onuncu, Sümerlere göre on ikinci( Sümerler güneş ve ayı da gezegen olarak sayıyorlardı) eksik gezegen de Marduk ya da diğer adıyla Niburu… Yörüngesi 3600 yıl olduğu için bu yüzden onu gözlemleme ve bilme şansımız olmadığı söyleniyor.

Bizim güneş sistemimiz çok daha farklı bir dizilimde iken, uzaktan gelen ateş renkli gezegen Niburu’nun, çarpmasıyla Tiamat’ın bölünerek dünyanın oluştuğunu, ayın dünyanın yörüngesine girdiğini, Tiamat’ın diğer parçalarının asteroids kuşağını (dövülmüş bilezik) oluşturduğunu, Niburu’nun da bizim sistemimizde yörüngeye girdiğini ( kütlesi çok büyük olduğu için yörüngesinin 3600 yıllık bir elips olduğunu) duymak, masal gibi geliyor kulağa…

Bu masallar, son yıllarda yapılan bazı açıklamalarla desteklenip kafa karıştırıyor ve acaba dedirtiyor:
Birleşik Devletler Donanma Rasathanesi tarafından yapılan son hesaplamalar, Uranüs ve Neptün gezegenlerinin yörüngesel hareketlerinde meydana gelen düzensizlikleri doğruladı. Bir astronom olan Dr. Thomas C. Van Flandern, bu düzensizliklerin tek bir keşfedilmemiş gezegenin varlığıyla açıklanabileceğini söylemektedir. O ve bir meslektaşı, Dr. Richard Harrington, 10’uncu gezegenin Pluton’un yörüngesinin 5 milyar mil ötesine ulaşan oldukça eliptik bir yörüngeye sahip olması gerektiğini hesaplıyorlar.

1982 yılında NASA, ‘dış gezegenlerin ötesinde gizemli bir nesnenin var olduğu kesindir’ şeklinde bir bildiride bulunarak X Gezegeni’nin varlığına ilişkin olasılığı resmi olarak kabul etmişti. Bir yıl sonra, uzaya yeni fırlatılan IRAS (Infrared Astronomical Satellite-Kızılötesi Astronomik Uydu), uzayın derinliklerinde büyük, gizemli bir nesne tespit etti. Washington Post, California JPL’den IRAS Projesi’nde görevli bir bilimadamı olan Gerry Neugebauer ile yaptığı röportajı şöyle özetledi: “Orion Takımyıldızı yönünde, bu güneş sisteminin bir parçası olabilecek kadar Dünya’ya yakın bir gökcismi bulunmuştur. Bütün söyleyebileceğim, bunun ne olduğunu henüz bilmediğimizdir.”

Çarpışma sonucu değişen güneş sistemindeki yeni gezegen Niburu, dünyaya yaklaştığında Niburu’lar ( Annunakiler) yeryüzüne ziyaretler yapıyorlar. Bu ziyaretlerde Ay’ı üs olarak kullandıkları söyleniyor. Onlar dünyaya geldiklerinde insanlar daha ilkel bir canlıydılar. İnsan gücüne ihtiyacı olan uzaylılar, bu ilkel yaratığın evrimiyle oynuyorlar ve bazı genetik deneyler yapıyorlar. Sonunda başarılı olup ilk insanı, yani “Adapa”yı yaratıyorlar. Yorumlara göre bu ilk Homosapien insan olabilir. Zamanla insanlar ve tanrılar bir arada yaşamaya başlıyorlar ve bu da Tevrat’tan bildiğimiz bir hikaye. Daha sonra bazı tanrılar bu durumdan rahatsız oluyor Sümer hikayelerine göre. Bu hikaye Tevrat’ta da yer alıyor, uzaylılar bir tufan vesilesiyle insanların yok oluşuna tanık olmak istiyorlar, ama aralarındaki bir tanrı (adı Enki) insanlara karşı bir sevgi beslediği için onları kurtarmak için bir tanesine durumu anlatıyor. Bu Sümer hikayesi de neredeyse son cümlesine kadar Tevrat’taki Nuh hikayesi ile aynı. Annunaki’ler dünya yılı ile ölçüldüğünde çok uzun ömre sahipler, çünkü kendi bir yılları 3600 dünya yılı ediyor. Tevrat’taki soy ağacı sıralamasında Nuh’un torunları listelenmiş ve her birinin yüzlerce yıl yaşadığı anlatılmış. Tıpkı yine Sümer hikayelerinde olduğu gibi…

Sümer yazıtlarında buna benzer akıl dışı bütün konuları sıralamak, tuğla gibi üst üste dizmek ve Tevrat ile benzerliklerini ortaya koymak bizi şöyle bir sonucag*türüyor:

Tevrat’taki yaratılış ile tufan hikayeleri ve tanrılar (belki de uzaylılar) Sümer hikayeleri ile çok yakından bağlantılı!
Cevaplayamadığımız asıl soru, bu yazıtlarda ismi geçen tanrıların gerçekten uzaylılar olup olmadığıdır. Pek çok bilginin kalesini yıkan bu masalsı yorumlardan sonra Tevrat’tan bazı satırlar aktarmak istiyorum. İster tanrılar, ister uzaylılar diye değerlendirin, ister bu yorumları lanetleyin ama yine de okuyun. Hangi taraftan bakarsanız bakın ilginç geleceğine eminim…

1.bölüm

“Yaratıklar şimşek çakar gibi hızla ileri geri gidip geliyorlardı. Bu dört yüzlü yaratıklara bakarken, her birinin yanında, yere değen bir tekerlek gördüm. Tekerleklerin görünüşü ve yapısı şöyleydi: Sarı yakut gibi parlıyorlardı ve dördü de birbirine benziyordu. Görünüşleri ve yapılışları iç içe girmiş bir tekerlek gibiydi. Hareket edince yaratıkların baktıkları dört yönden birine doğru sağa sola sapmadan ilerliyordu. Tekerleklerin kenarı yüksek ve korkunçtu; hepsi çepeçevre gözlerle doluydu. Canlı yaratıklar hareket edince, yanlarındaki tekerlekler de hareket ediyordu; yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler de onlarla birlikte yükseliyordu.

Ruhları onları nereye yönlendirirse oraya gidiyorlardı. Tekerlekler de onlarla birlikte yükseliyordu. Çünkü yaratıkların ruhu tekerleklerdeydi. Yaratıklar hareket ettiğinde onlar da hareket ediyor, yaratıklar durduğunda onlar da duruyor, yaratıklar yerden yükseldiğinde onlar da yükseliyordu. Çünkü yaratıkların ruhu tekerleklerdeydi. Kubbeye benzer, billur gibi parlak ve korkunç bir şey canlı yaratıkların başları üzerine yayılmıştı. Kubbenin altında kanatlarının biri öbürünün kanatlarına doğru açılmıştı. Her birinin bedenini örten başka iki kanadı vardı. Yaratıklar hareket edince, kanatlarının çıkardığı sesi duydum. Gürül gürül akan suların çağıltısını, her Şeye Gücü yeten’in sesini, bir ordunun gürültüsünü ansıtıyordu. Durunca kanatlarını indiriyorlardı. Kanatları inik dururken, başları üzerindeki kubbeden bir ses duyuldu. Başları üzerindeki kubbenin üstünde laciverttaşından yapılmış tahta benzer bir nesne vardı. Yüksekte, tahtı andıran nesnede insana benzer biri oturuyordu. Gördüm ki, beli andıran kısmının yukarısı içi ateş dolu maden gibi ışıldıyordu, belden aşağısı ateşe benziyordu ve çevresi göz alıcı bir ışıkla kuşatılmıştı. Görünüşü yağmurlu bir gün bulutların arasında oluşan gökkuşağına benziyordu. Öyleydi çevresini saran parlaklık. RAB’bin görkemini andıran olayın görünüşü böyleydi. Görünce, yüzüstü yere yığıldım, birinin konuştuğunu duydum.

2. bölüm
Sürgünlüğün altıncı yılı, altıncı ayın beşinci günü evde Yahuda’nın ileri gelenleriyle otururken Egemen RAB’bin eli bana dokundu. Baktım, insana benzer birini gördüm: Görünüşü, belinden aşağısı ateşi andırıyor, belinden yukarısı maden gibi ışıldıyordu.Eli andıran bir şey uzatıp beni saçlarımdan tuttu. Ruh beni yerle gök arasına kaldırdı ve Tanrı’dan gelen görümlerde Yeruşalim’e, iç avlunun kuzeye bakan kapısının giriş bölümüneg*türdü. Tanrı’nın kıskançlığını uyandıran kıskançlık putu orada dikiliydi.

3. bölüm
Baktım, Keruvlar’ın başı üzerindeki kubbenin üzerinde laciverttaşından tahta benzer bir nesne gördüm. RAB keten giysili adama, “Keruvlar’ın altındaki tekerleklerin arasına gir. Avuçlarını Keruvlar’ın arasındaki ateş közleriyle doldurup kentin üzerine közleri saç” dedi. Adamın oraya girdiğini gördüm. Adam oraya girdiğinde, Keruvlar tapınağın güney tarafında duruyordu. Bulut tapınağın iç avlusunu doldurdu. RAB’bin görkemi Keruvlar’ın üzerinden ayrılıp tapınağın eşiğine gitti. Tapınak bulutla doldu. Avlu RAB’bin görkeminin parıltısıyla doluydu. Keruvlar’ın kanatlarının sesi dış avludan bile duyuluyordu; tıpkı her şeye gücü yeten Tanrı’nın sesi gibiydi.RAB keten giysili adama, “Keruvlar’dan ve tekerleklerin arasından ateş al” diye buyurunca, adam oraya girip bir tekerleğin yanında durdu.

Sonra Keruvlar’dan biri aralarındaki ateşe elini uzattı, biraz ateş alıp keten giysili adamın avuçlarına koydu. Adam ateşi alıp oradan ayrıldı. Keruvlar’ın kanatları altında insan eline benzer bir şekil göründü. Baktım, her Keruv’un yanında birer tane olmak üzere dört tekerlek gördüm. Tekerlekler sarı yakut gibi parıldıyordu. Dördü de birbirine benziyor, iç içe girmiş bir tekerleği andırıyordu. Hareket edince Keruvlar’ın baktıkları dört yönden birine doğru, sağa sola dönmeden ilerliyordu. Ön tekerlek nereye yönelirse, öbür tekerlekler de onun ardınca gidiyordu. Keruvlar’ın bedenleri -sırtları, elleri, kanatları- ve dördünün de tekerlekleri çepeçevre gözlerle doluydu. Tekerleklere “Dönen tekerlekler” dendiğini duydum. Her Keruv’un dört yüzü vardı: Birinci yüz öküz yüzüne, ikincisi insan yüzüne, üçüncüsü aslan yüzüne, dördüncüsü kartal yüzüne benziyordu. Keruvlar yukarıya doğru yükseldi. Bunlar daha önce Kevar Irmağı kıyısında gördüğüm canlı yaratıklardı. Keruvlar hareket edince, yanlarındaki tekerlekler de hareket ediyor, Keruvlar yerden yükselmek için kanatlarını açınca, tekerlekler de yanlarından ayrılmıyordu. Keruvlar durduğunda onlar da duruyor, Keruvlar yerden yükseldiğinde onlar da yükseliyordu.

Çünkü yaratıkların ruhu tekerleklerdeydi.
RAB’bin görkemi tapınağın eşiğinden ayrılıp Keruvlar’ın üzerinde durdu. Ben bakarken Keruvlar kanatlarını açıp yerden yükseldi, tekerlekler de onlarla yükseldi. RAB’bin Tapınağı’nın Doğu Kapısı’nın girişinde durdular. İsrail Tanrısı’nın görkemi onların üzerindeydi. Kevar Irmağı kıyısında, İsrail Tanrısı’nın altında gördüğüm ve Keruvlar olduğunu anladığım canlı yaratıklar bunlardı. Her birinin dört yüzü, dört kanadı vardı. Kanatlarının altında insan elini andıran bir şey vardı. Yüzleri Kevar Irmağı kıyısında gördüğüm yüzlere benziyordu. Her biri dosdoğru ilerliyordu. Keruvlar kanatlarını açtı, tekerlekler yanlarında duruyordu. İsrail Tanrısı’nın görkemi onların üzerindeydi. RAB’bin görkemi kentin ortasından yükselip kentin doğusundaki dağa kondu. Görümde Tanrı’nın Ruhu beni yukarı kaldırıp Kildan ülkesindeki sürgünlerin yanınag*türdü. Sonra gördüğüm görüm kayboldu.

Hiç yorum yok: