23 Mart 2009 Pazartesi

Stratosfer'de üç yeni mikroorganizma keşfedildi

Hintli bilim insanları Stratosfer'in üst kısımlarında, üç yeni bakteri türü keşfetti.

Hintli bilim insanları, Atmosferin 12 ile 50km yükseklik arasında bulunan Stratosfer tabakasının üst kısımlarında, yeryüzünde şu ana kadar görülmemiş ultraviyole ışınlara dayanıklı üç yeni tür bakteri türü keşfetti.

Keşfedilen yeni bakterilere astrofizikçi Fred Hoyle'nin anısına Janibacter Hoylei, balonun yürüttüğü deneye katkılarından ötürü ISRO'nun şerefine Bacillus Isronensis ve Hindistan'ın eski astronomlarından Aryabhata'nın anısına Bacillus Aryabhata isimleri verildi.

Haydarabad'da bulunan Milli Balon Üssü'nden havalanan 736 bin 238 metreküplük balonun taşıdığı bilimsel kargo içinde bulunan 38 kilogramlık likit neon içinde tutulan örnekler, 20 kilometre ve 41 kilometre arasında değişen irtifalarda toplandı.

19 Mart 2009 Perşembe

Galaksilerin çarpışması görüntülendi

NASA'nın Spitzer teleskobu şimdiye kadar görülmemiş büyüklükteki bir galaksi çarpışmasını kaydetti.
ntvmsnbc





Fotoğrafın daha büyük hali için tıklayın<<<<<<

Şimdiye kadar görüntülenen çarpışmalar olsa da, Nasa'nın Spitzer Uzay Teleskobu'nun kaydettiği son çarpışma tam anlamıyla bir "tren kazası". Şimdiye kadar kaydedilen en büyük galaksi çarpışmasını kaydeden Spitzer, her biri Güneş'in yoğunluğundan milyonlarca kez daha büyük olan iki kara deliğin etrafında var olan devasa iki galaksinin çarpışmasını gösteriyor.

Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi çalışanlarından Stephanie Bush "Görüntüyle ilgili en heyecanlı olan şey bunun tamamen kendine has bir çarpışma olması" şeklinde konuşuyor ve ekliyor; "İki galaksinin çarpışarak birleşmesi oldukça kısa bir süreç, enkazı gördüğünüz anda aslında birleşme tamamlanmış demektir, bu olay evren içinde bize yakın yerlerde pek görülmüyor".

Spitzer'in kaydetmiş olduğu NGC 6240, Yılancı (Ophiuchus) takımyıldızına 400 milyon ışık yılı uzaklıkta, iki galaksinin çarpışmasıyla ortaya çıkan kızılötesı radyasyon, toz ve gaz bulutundan oluşuyor.

Çarpışmanın yarattığı basınç ise kızılötesi dalga boylarında parlamalar yapan, kızılötesi radyasyon yayan sıcak yıldızların ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu yıldızların yarattığı bazı radyasyon katmanları toz bulutlarının içinden gözle görülebiliyor.

17 Mart 2009 Salı

Kleopatra'nın kökeni Afrika mıydı?

Antik Mısır'ın güzelliğiyle ünlü efsanevi Kraliçesi Kleopatra'nın daha önce düşünüldüğünün aksine Yunan değil, Afrika kökenli olduğu öne sürüldü.

Avusturya Bilimler Akademisi'nden Dr. Hilke Thuer, Efes'teki çalışmaları sırasında Kleopatra'nın kardeşi Prenses Arsinoe'nin mezarını bulduklarını söyledi. Thuer'e göre mezardan çıkan kemikler, Arsinoe'nin Afrikalılara özgü bir iskelet yapısının olduğuna işaret ediyor.

Hilke Thuer, "Ptolemais hanedanın bir üyesinin mezarını ve iskeletini bulmak bir arkeolog için eşşiz bir şey. Arsinoe'nin annesinin Afrikalı olduğunun ortaya çıkması geçek bir şok. Bu bulgular, Kleopatra'nın ailesi ve kardeşiyle ilişkisine dair önemli ipuçları veriyor." dedi.

BBC belgeselini sunan arkeolog Neil Oliver ise, Kleopatra, Julius Sezar ve Marcus Antonius'ün tarihin efsanevi figürleri olduğunu anımsatarak şunları söyledi:
''Richard Burton ve Elizabeth Taylor'un canlandırdığı bu figürlerin gerçek birer insan olduklarını hatırlamak neredeyse imkansızdır. Ama onları gerçek insanlar olarak karşısınızda görmek, sarsıcı birşey.''

14 Mart 2009 Cumartesi

Süper insanlar - Hak' tar ( Eski Mısır Dilinde Gelişmiş İnsan)

Süper insanlar
Yaşadığı hiçbir şeyi unutmuyor, 110 desibel gücünde gülüyor, cam, metal ne bulursa yiyor. Şimdi göreceğiniz insanlar inanılır gibi değil. Özel güçleri olan bu insanlar aklınızın almayacağı şeyleri yapıyorlar.

1. Gözü yok ama görüyor
Ben Underwood isimli bu adamın gözleri üç yaşındayken alınmış. Kanser teşhisi konan genç adam gözleri olmadığı halde aynı yunus balıkları gibi kendi kendine geliştirdiği özel bir yetenekle görmeyi başardı. Sese dayalı görme duyusu geliştiren bu adam en mucizevi insanlar listesinin ilk sırasında yer alıyor.





2. Soğuğu hissetmiyor
Hollanda'da yaşayan Wim Hof 'buz adam' olarak da anılıyor. Buzun altında yüzebiliyor ve buz dolu bir varilin içinde saatlerce kalabiliyor. Mt Blanc dağına bile çok kısa bir sürede tırmanan 48 yaşındaki Wim Hof, bu konuda dünya rekorlarına da imza attı.




3. Beyni ultra hızlı bir güce sahip
Daniel Tammet aslında otistik fakat en zor matematiksel işlemleri ışık hızıyla yapabiliyor. 10 bine kadar olan sayıları özel bir algılama kabiliyetiyle algılayan bu bionik adam ilginç bir işlem yeteneğine sahip. Aynı zamanda dil yetenekleri de bulunan Daniel Tammet, çok hızlı bir biçimde ve hiç zorlanmadan lisan öğrenebiliyor.



4. Unutmayan kadın
Nörobiyoloji uzmanı Jim McGaugh altı yıl önce ilginç bir vakayla karşılaştı. 40 yaşında evli bir kadın 'yaşadığım hiçbir şeyi unutmuyorum' iddiasıyla uzmana başvurdu. Yapılan araştırmalar sonunda kadının gerçekten hiçbirşeyi unutmadığı ortaya çıktı. Kadının son 25 yılı üzerinde araştırma yürüten doktorlar kadının en ince detayları bile hatırladığını ortaya çıkardılar. AJ kod adı verilen kadın 25 yıl önce bugün havanın nasıl olduğunu bile hatırlıyor.




5. Beyin gücüyle eşyaları yerinden oynatıyor
Şimdi kendinizi Matrix filminde gibi hissedbilirsiniz. Çünkü Miroslaw Magola isimli bu adam manyetik bir enerjiye sahip. Her türlü objeyi beyin gücüyle havaya kaldıran ve yerini değiştirebilen bu adam kinetik güçleri gelişmiş bir yaratık.




6. 110 desibel ses gücünde gülüyor
Tayland'da yaşayan 55 yaşındaki Jittarat Wongsomboon, gülünce adeta dağları deviriyor. 110 desibel gücüyle gülebilen bu kahkaha makinası kadın, bugüne kadar birçok gülme yarışmasına katılmış ve ödül kazanmış.




7. İnanılmaz ısı enerjisi yayabiliyorlar
Uzmanlar son yirmi yıldır budist rahiplerin özellikleri üzerinde çalışıyor. ÖZel bir meditasyon tekniği kullanan bu rahipler 'Turn-mo' adı verilen bir meditasyon tekniğiyle metabolizma hızlarını yüzde 64 oranında düşürebiliyorlar. Aynı zamanda vücut ısılarını da 17 derece kadar arttırma gücüne sahipler.



8. Acı hissetmeyen adam
Tim Cridland isimli bu adam acı hissetmiyor. Kendini kılıçla kesen ve çivi yatağı üzerinde yatabilen bu adam hiçbir şekilde acı hissetmiyor. Doğuştan böyle bir mutasyona sahip olan Cridland'in beyne giden acı reseptörleri yok.



Helikopter gücüyle el çırpabiliyor
Çinli Zhang Quan sahip olduğu özellikle rekorlar kitabına bile girmeyi başardı. 70 yaşındaki bu adam 107 desibel gücüyle el çırpıyor. Bu seviye de helikopterden çıkan ses gücüne oldukça yakın.



10. Her şeyi yiyen adam
Cam, metal ve toksik maddeleri bile yiyebiliyor. Michel Lotito isimli adamın midesi normalden iki kat daha kalın. Bu nedenle aklınıza gelebilecek herşeyi yiyebiliyor.

12 Mart 2009 Perşembe

Zürafa nasıl su içer?

5.5 metreye ulaşan boyları ile zürafaların su içmesi bir hayli zor.

Zürafalar su içerken dengelerini bulmakta güçlük çekerler. Özellikle su içerken yırtıcıların saldırılarına açıklardır. Uzun boyları su içerken onların hayatlarını zorlaştırsa da yiyecek ararken durum tam tersine dönmekte. Uzun boyları sayesinde diğer ot yiyen hayvanların ulaşamadıkları yere kolaylıkla ulaşabilirler. Dünyanın en uzun hayvanlarından biri olan zürafaların boyu 5.5 metreye kadar çıkabilir. Ağırlıkları ise 1.5 tondur. Ses telleri olmayan zürafaların dilleri ise 35 cm. kadardır.

Yağları lavabodan dökmenin bedeli

Türkiye'de en az 350 bin ton atık yağ toplanması gerekirken sadece 2500 ton toplanabiliyor. İşlendiğinde en az 1 milyar dolarlık gelir sağlayacak olan atık yağlar boş yere lavabodan dökülüyor, milyonlarca litre su kirleniyor.

Bir litre atık yağ bir milyon litre içme suyunu kirletiyor. Oysa atık yağlardan biyodizel yapmak ya da elektrik üretmek mümkün...

Ne yazik ki Türkiye'de en az 350 bin ton atık yağ toplanması gerekirken sadece 2500 ton toplanabiliyor. İşlendiğinde en az 1 milyar dolarlık gelir sağlayacak olan atık yağlar boş yere lavabodan dökülüyor, milyonlarca litre su kirleniyor...

WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) ve Ezici Biodizel, geri dönüştürülmeyen bitkisel atık yağların, Türkiye’nin su kaynakları ve denizlerinde oluşturduğu tehditleri vurgulamak üzere bir basın toplantısı düzenledi.

10 Mart 2009 Salı

Discovery Channel Ufo Dosyası

Evrende yalnız mıyız yoksa gezegenimizin ötesinden bizleri ziyaret eden gizemli varlıklar mı var? UFO gören ve uzay araçlarını incelediklerini söyleyenler yanılıyorlar mı?
UFO araştırmacıları bazı devletlerin elinde çok gizli belgeler ve uzay gemilerinin olduğuna inanıyorlar. ABD, yıldızlararası yolculuğun sırlarını açığa çıkarmak için UFO’ları inceliyor olabilir mi? Bunun kanıtı Nevada’da çok gizli bir hava üssünde mi bulunuyor? Nevada’daki 51. Bölge’nin sırrı ve UFO teknolojisi üzerine çalışan araştırmacıların elde ettikleri sonuçlar UFO’larla ilgili sırların ne kadarını gün ışığına çıkaracak?
Bu filmde UFO tarihindeki en büyük tanıklık öyküsünün ayrıntılarını bulacak ve bilinmeyen varlıkların bıraktığı işaretlerdeki gizemi çözeceksiniz.


Discovery 11 Mart'ta fırlatılıyor

ABD Uzay ve Havacılık Ajansı (NASA), 2009'un ilk uzay mekiği uçuşunu 11 Mart Çarşamba gecesi gerçekleştirecek.

Uzay mekiği Discovery'nin komutanı Lee Archambault ve beraberinde uzay yolculuğuna çıkacak olan 6 kişilik mürettebatı, dün Florida'daki Kennedy uzay merkezine geldi. Archambault, merkeze gelişinde yaptığı açıklamada, uzaya gitmeye hazır olduklarını söyledi.

Discovery'nin Çarşamba günü yerel saatle 21.20'de (TSİ perşembe 03.20) Kennedy'den fırlatılması planlanıyor. Bugün son hazırlıkların gözden geçirileceği, şu ana kadar bir teknik sorun olmadığı belirtiliyor.

Meteoroloji yetkilileri, Çarşamba günü havanın mekiğin fırlatılması için yüzde 90 uygun olacağı tahmininde bulunuyor.

8 Mart 2009 Pazar

Kutuplardaki Buzsuz Bölge Ve Gizli Araştırmalar

KUTUPLARDAKİ BUZSUZ BÖLGE:
16. yüzyıldan kalma Piri Reis’in ünlü haritasında, kutupların buzlarla kaplı olması gereken bölgelerini niye göstermediği bugüne kadar açıklanamayan bir olgudur.
Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından 1960 yılında yürütülen topografik bir çalışma sırasında, Piri Reis haritasının araştırılan kısmının yani Queen-Maud bölgesinin ve Palmer yardımadasının sahil şeridinin tam bir uygunlukla haritaya işlendiği tespit edilmiştir. Ayrıca Piri Reis haritasının jeolojik verileri, İsveç-İngiliz ortak keşfi gezisi sırasında (1949) yapılan Antarktika’nın yapısı ile ilgili bu kadar hassas belgelere nasıl ulaştığı bugüne kadar ortaya çıkartılamamıştır. (Yarbay Harold Z. Ohlenmeyer, 8. Teknik Keşif Filosundan, SAC, USAF, Westover AFB, MA)
Nazi Almanyası’nın 1938/39 yılları arasında yaptırdığı “Neuschwabenland” keşif gezisi sırasında da buzsuz bölgeleri rastlandığı rapor edilmişti. Amiral Byrd’le yapılan “High Jump” askeri operasyonunda, nakliye uçakları komutanı yarbay David Bunger de buzsuz bölgelere rastlandığını rapor etmişti. Queen-Mary bölgesi ve Knox-Land arasındaki bu bölge, o zamandan beri “Bunger’s Qase” diye adlandırılır.
Rus Güneykutbu araştırmacıları, bu buzsuz bölgeye “Polyana” adını vermişlerdi. Bu buzsuz göller bazen 300.000 km büyüklüğünde olabiliyor ve kutbu çevreleyen denizin her yerinde bulunuyordu. Ayrıca bu gölleri besleyen bilinmeyen –muhtemel yer altı kaynak suları- sıcak su kaynakları vardır. Bunlar içinde Weddel denizinde 3 yıl açık kalan Polyana’lar en bilinenidir. (Science New, 1982, 122, s. 183)
Son olarak 1996’da uydu verileri, kutup platosu yakınlarında eski bir Rus ileri karakolu olan Vostok çevresindeki buzun üç kilometre altında gömülü devasa bir gölü ortaya çıkardı. Sismik aletlerle göl ölçüldü ve bu sıcak su gölünde milyonlarca yıllık mikroorganizmaların yaşadığı öne sürüldü.
2 Nisan 1998 tarihli “Milliyet” gazetesinde Nilüfer Kuyaş’ın “Hayatın başlangıcına yolculuk” başlıklı yazısında çok ilginç açıklamalar vardı:
“Bilim adamları Antarktika buzullarının dört kilometre altında esrarengiz bir dünya keşfettiler. Yaşlı buzul kütlelerinin dibinde gizlenmiş Vostok Gölünde milyonlarca yıldır burayı mesken edinmiş mikroskobik canlılar bulundu.
Geçtiğimiz hafta sonu, St. Petersburg’da yapılan bilimsel toplantı, aslında iki yıldır bilim camiasının gündeminde olan bir konuyu birdenbire dünya kamuoyunun dikkatini çekti.
Bu projeyi NASA ile Rusya Bilimler Akademisi ortaklaşa yürütüyor. Güney Kutbu’na yaklaşık 1000 km. uzaklıkta Ruslara ait Vostok araştırma merkezinde sürdürülen çalışmalar, tam bir macera filmi gibi.
Ruslar buzu delerek saklı göle çok yakınlaşmışlar, ama birden kazı durdurulmuş. Keşfedilen göldeki doğal ortamı, dışarı gelecek etkilerden koruya-ak incelemek gerekiyor.
Kazının bundan sonraki bölümü “sıcak su testeresi” diyebileceğimiz bir yöntemle yapılacak; termal bir sonda, sıcak suyun açtığı yoldan derine indikçe kendi kendini sterilize ederek göle ulaşırken, tekrar ondan buzlar arkasından kapanacak.
Bilim adamlarının bu esrarengiz gölde çeşitli canlılar olduğundan şüpheleri yok; çünkü gölün üzerini örten buz kademelerinde hapsolmuş mikropları ve diğer mikroskobik canlıları uzun süredir inceliyorlar.
“Garip şeyler bulduk, bazıları daha önce hiç görmediğimiz şeyler!” diyor NASA yetkilisi Richard Hoover.
Mantar, sünger, bakteri ve yosun türlerine benzetme yolyula matrak isimler takmışlar. Miki Fare, Klingon, kirpi yahut hindi artığı adını verdikleri mikroorganizmalar, gelecekte, saklı gölde bulunabilecek diğer canlılar hakkında ipucu sağlıyor. İnceledikleri buz kalıpları en az 400.000 yıllık. Saklı gölün sularındaki yaşamın ise, birkaç milyon yıldır dış dünya ile temas olmadan sürdüğü tahmin ediliyor. Göldeki canlı zaman kapsülünün otuz milyon yıl önceki dünyada bağlantısı olması işten bile değil.
Bilim adamları Antarktika’daki saklı gölde kullanılacak sondaj yöntemlerinin, uzayda da uygulanabileceğini umuyorlar. Çünkü Jüpiter gezegenin uydusu Eropa’dan keşfedilen okyanus da kilometrelerce buzun altında duruyor.
Antartika’daki saklı göl, 25 yıldan fazla bir zaman önce keşfedilmiş; CIA’nın casus uydularından çekilen fotoğraflar sayesinde.”
Yukardaki açıklamalar bana 1982 yılında Amerika’da “Globe Mail” adlı bir dergide yayınlanan ilginç bir açıklamayı çağrıştırdı.
Dergi, “NASA bilim adamları, Güney Kutbu’ndan sıcak su ihtiva eden bir gölü, aynı zamanda büyük bir UFO üssünü keşfettiler!” diye yazmaktaydı. Yüzlerce mil buzlarla kaplı bir alanın ortasında Kaliforniya eyaletinin yüzölçümünden daha büyük bir göl keşfedilmişti.
Kaliforniya Üniversitesi emekli öğretim üyesi fizikçi Lane Childress’e göre, uzay gemilerinin üssü bu gölün dibinde idi. Bilim adamları bu gölü, Nimbus 5 uydusunun çektiği fotoğraf vasıtası ile keşfetmişlerdi. Childerss’in iddiasına göre, göldeki sıcaklığın nedeni uzaylıların gölün dibinde inşa ettikleri devasa şehirlerdi.
Bu ısı bütün yıl boyunca buzların erimesini sağlıyor ve uzaylılar da oradaki üsten faaliyete geçiyorlardı.
Bir NASA çalışanın itirafları:
1977 yılı Aralık ayında NASA’dan Tom Gates’in Arkansas’daki kolej öğrencilerine verdiği bir kurs’ta, öğrencilerden biri ona “Kutup Açıklıklarını” sorunca, Gates büyük bir şaşkınlıkla “Bunu da nerden çıkardın” diye karşılık verdi. Öğrenci, Bernard ve Gardner’in kitaplarını okuduğunu söyledi. NASA çalışanı sözlerine devam ederek şu açıklamayı yaptı;
“Biliyorsunuz, kutuplar üzerinden geçen uydularımız var. Bunlar bulutsuz ve berrak havalarda çok netlikle dünyanın içini görüntüleyebilmektedirler. NASA tarafından çekilen kutuplara ait fotoğraflar bütün dünyaya dağıtılıyor. Ancak kutuplardaki “Açıklığı” gösteren fotoğraflar sansürlenmektedir.

Kanada Hava Kuvvetlerinin Kuzey Kutbu’nun sıcak bölgelerindeki gizli görevi:
Kanadalı bir TV prodüktörü 1980’li yılların sonlarına doğru Bernard’ın “İç Dünya” ile ilgili kitabını okumuştu. Bir çalışma günü sonunda işvereni Terry Dowding ile bu konuları konuşurken, Dowding, Kanada Hava Kuvvetlerinin 40’lı yıllarda –kendisinin de katıldığı- gerçekleştirdiği bir görevden söz etti. Dowding’e göre, mürettebat Kuzey Kutbu’nda, yeşillikler ve kuşlar ihtiva eden sıcak bir bölgeye rastlamıştı. Geri dönüşleri esansında görevleriyle ilgili tek bir kelime bile etmemeleri emredilmişti.

Denizaltı askerlerinden biri suskunluğunu bozuyor:
1976 yılında Amerikalı bir yazar, “İç Dünya” üzerinde çekilecek bir film için senaryo yazarken, tesadüften bir denizatlıda askerliğini yapmakta olan genç bir donanma mensubu ile karşılaşır. Aralarındaki konuşma, “İç Dünya” konusuna gelince, genç asker onun bu konuda bilgi sahibi olmasına çok şaşırır. Asker önce konuşmak istemez, çünkü daha önce bu konuda konuşan diğer askerler tutuklanmışlardı. Kendisi de 6 aylık bir görevden yeni dönmüştü ve ona da bu konuda “mutlak sessizlik” emredilmişti O ancak şu kadarını söyleyebildi: “Kuzey Kutbu’nda araştırma yapan bir çok denizaltı vardı. Görev sonuçlarının askerler arasında konuşulması ve tartışılması kesinlikle yasaklanmıştı. Askerin dikkatini çeken çok önemli bir şey vardı: Resmen aynı yeri araştırmalarına rağmen, her seferinde başka bir bölgenin haritası çıkarılıyordu.”

Essa 7 uydusundan aynı fotoğrafın 1967 yılında çekilmiş siyah beyaz hali mevcut.
Bugün google earth' e baktığımız zaman güney kutbu tamamen puslu bir kamufle vardır. Ve o bölgeye bakılamıyor yalnızca merkeze tıklandığında bazı fotolar mevcuttur.
Kuzey Kutbu’nun altındaki denizaltı araştırmaları:
Amerikan nükleer denizatlısı “Nautilus”, 1958 yılında “Operasyon Sunshine” adıyla anılan Kuzey Kutbu’nda bir keşif gezisine çıktı. Amiral A. Burke’un komutası altında “Nautilus”, 1-6 Ağustos tarihleri arasında kutbun buzullarının altına bir yolculuk yaptı. Deneme yolculuğu sırasında yanlış bir yere gidilmesine rağmen, denemenin başarı ile sonuçlandığı açıklanmıştı.
Yolculuk sırasında mürettebata sıcak iklimlerde kullanılabilecek giysiler verilmiş ve “mutlak sessizlik” emri verilmişti. Mürettebat, diğer denemelerde öngörülmemiş güçlüklerle karşılaşmıştı. Ayrıca onlar kutbun altında yalnız su olmadığını da görmüşlerdi. Kutbun altından geçiş denemesi esnasında, yollarına engel olan yer dalgası ile karşılaşmışlardı. 25 m. kalınlığında buz ve yer dalgası arasında sadece 10 m. yer kalmıştı.
Prensip olarak Amerikan Deniz Kuvvetlerinin bütün denizaltı operasyonları gizli tutulmaktaydı.
Natulius’dan sonra, 1958-1962 yılları arasında “Skate”, “Sargo” ve “Seadragon” adlı Amerikan denizatlıları Kuzey kutbunun buzlu sularında aktif görev aldılar. SSCB de “Leninsky Komsomol” adlı denizaltı ile 1962 yılında Kuzey Kutup denizinin haritasını çıkartmıştı.
Turgut GÜRSAN, Yeraltındaki Gizli Dünyalar, s.27-31

Agarta ve İlluminati

AGARTA

Agarta, Tibet ve Orta -Asya Geleneklerinde Asya'daki Sıradağların İçinde Bulunduğu İleri Sürülen Efsanevi Bir Yer Altı Organizasyonudur.

Tüneller ülkesi Agarta’yı yazarlar Saint-Yves d’Alveydre (1842 -1909), Ferdinand Ossendowsky ve Rene Guenon kitaplarında işlemiştir. Efsaneye göre, Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim rahiplerince kurulan ve Sanskritçe’de ele geçirilemeyen, ulaşılamayan, her şeyden korunmuş, şiddetin yakalayamayacağı, anarşinin erişemeyeceği anlamına gelen Agarta, dünyanın her yerine uzanan uçsuz bucaksız tüneller kurmuş.

Uçakları UFO

İlginç bir varsayım da şudur ki, UFO’lar aslında bu uygarlığın yeraltından, yer üstündeki hayatı belirli aralıklarla incelemek üzere çıkan uçaklarıdır. Agarta’nın lideri dünyayı sevk ve idare eden ilahi hiyerarşinin fizik alemindeki temsilcisidir.

7 kapısı var

1912’de Müslüman olduktan sonra ABD ül Vahid Yahya adını alan Fransız asıllı Mısırlı düşünür ve yazar Rene Guenon’a göre Agarta’nın yeryüzüne açılan 7 (kimi kaynaklara göre 4) ana çıkış noktası bulunmakla birlikte, mağaralarda inzivaya çekilen bilgelerin ve mağaralarda etkinliklerini sürdüren bazı inisiyatik toplulukların Agartalılar ile ilişki içinde oldukları ileri sürülür. Rene Guenon’a göre bu durum, en çok, Türklerin yaşadığı Orta Asya’da görülmektedir.

Gamalı haç

Kimi yazarlara göre Göktürk, Uygur ve Hun masallarındaki, "ataların kutsal mağaraları" ve bir mağaradan geçilerek ulaşılan "gizli ülke" inanışında Agarta’nın sembolizmi bulunmaktadır. Sembollerinden biri bugün günümüzde hálá Hint ve Tibet tapınaklarını süsleyen gamalı haçtır. Bu sembol kadim Mu’dan kaynaklanan çok orijinal bir semboldür. Bu sembol II. Dünya savaşında Nazilerin de ancak tersini çevirip kullandıkları bir semboldür.

O da işin içindeymiş

Hitler’in de Agarta’ya inandığı ve dünyaya hakim olabilmek için Thule adında bir tarikat vasıtasıyla pek çok araştırma yaptırdığı ileri sürülür. İddiaya göre savaşın sonuna doğru Nazi karargáhı yıkıntıları arasında 12 Tibetli rahip cesedinin bulunması da Hitler’in bağlantısını kanıtlamıştı. Bu çevreler Hitler’in ABD Başkanı Roosvelt’in 1945’de öleceğini ve geleceği bilme yeteneğini buna bağlanmaktadır.

Kaynak: haberler.com

2.

İLLUMİNATİ

1776 yılında Almanya'nın Münih kentinde, Adam Weishaupt isimli Kabbalacı bir Hukuk Profesörü ve Baron von Knigge ile diğerlerinin yardımıyla kurulan gizli topluluk. Illuminati, "Aydınlanmış Olanlar" anlamına gelmektedir. Topluluğun kuruluş amacı cehaletle, baskıcılıkla ve kilisenin dogmalarıyla mücadele etmekti. Her ne kadar asıl amaç, aydınlanarak dinsel dogmalardan uzak, hür düşünceyi ve Newtoncu pozitif bilimin önünü açmak idiyse de, gizli siyasi amaçları olduğu öne sürülerek dünya siyaset tarihinin belki de zaman içerisinde üzerine en fazla komplo teorisi üretilmiş topluluğu halini almıştır.

Münih'te kurulup, o yörede (Bavyera) hızla gelişen Illuminati'nin üye kayıtları büyük bir gizlilik içinde saklanıyordu. Öyle ki, üyelerin her birinin takma isimleri vardı ve yazışmalarda bunlar kullanılır, üyelerin gerçek isimleri ve kimlikleri asla kullanılmazdı. Örneğin, topluluğun kurucusu Adam Weishaupt'un kod adı Spartacus idi. Illuminati üyeleriyle ilgili bilinen tek şey, tüm üyelerinin Cermen kökenli beyazlardan oluştuğudur.

siyon yıldızı tanım : mu uygarliginin kutsal sembolunden esinlenilmiştir.ancak onun daha sade halidir. ic ice gecmis 2 ucgen kotulugun bir arada oldugunu simgeler. her ikisinin bir arada olusturdugu bu heksagon adalet semboludur. ayrica bu yildizin her bir ucu bir fazileti simgeler.

Dünyayı 10 kişi yönetiyor ve bu 10 kişinin 300 kadar alt kadrosu verilen emirleri uyguluyorlar. İlluminati adı verilen bu tarikatin/örgütün hedef başkenti Kudüs olan tek bir dünya devleti kurmak.

Bugüne kadar çeşitli komplo teorileri içeren bir çok kitap yayınlandı. İlluminati, bu alanda yayınlanan hiçbir esere benzemiyor. Kitaptaki iddialar o kadar ilginç ki, neye inanıp, neye inanamayacağınızı şaşırıyorsunuz. İlluminati, 1575'te ispanya'da bulunan ve özellikle ruhani kudret sahibi olduklarını iddia eden bir dini parti veya bu partinin üyelerine verilen isim.

Yazar Texe Marrs, Süper zenginlerin yönettiği bir Dünya Komplosu'ndan bahsettiği kitabında, dünyaya hakim olan bu güce bu adı uygun görmüş. Kitabın satırları arasına gömüldükçe ve sayfalar arasında ilerledikçe inanması güç iddialarla karşılaşıyorsunuz.

Yazara göre, dünyayı kendilerine 'bilge adamlar' adını veren, 10 kişi yönetiyor. İlluminati'nin güç şebekesi, dünyanın en güçlü kişilerinden, yatırımcılarından, şirket başkanlarından ve siyasilerden oluşuyor. 'İç çember' denilen en tepedeki 10 kişiye bağlı 300 kişi ise onların alt kadrosunda yer alıyor ve talimatlarını yerine getiriyorlar.

10 kişilik 'bilge adamlar' grubunda Fransa'dan üç, ABD'den iki, Kanada, Avusturya, İngiltere, İspanya ve Güney Afrika'dan birer üye bulunuyor. Yazar, burada Fransa'nın üç üyelikle ilk sırada yer almasının yanıltığı olduğunu, Kanada'nın bir üyesinin de ABD'nin üçüncü adamını tamamladığını belirtiyor.

'İç çember' üyelerinin ortak özelliği Dış İlişkiler Konseyi, Bilderberg, Trilateral Komisyon, Mahson Tarikatı, Kafatası ve Kemir Tarikatı, Aspen Enstitüsü, Malta Şövalyeleri, Opus Dei, Roma Kulübü, Bohemian Grove, Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Federalleri üyesi olmaları. İlluminati Komplosu'nun hedefi, başkenti Kudüs olan bir dünya devleti kurmak. Kitabın, sonunda illuminati piramidinin üstünde bulunan 'bilge adamlar'a hizmet eden isimlerden bir kısmı, ünvanlarıyla birlikle verilmiş. Türkiye'den kimse var mı diye baktık ancak, ne hikmetse kimseyi bulamadık! İlginç değil mi?

Evet antik yunan çağında homeros'un anlattığı hikayeler (ki en ünlüleri odessa ve troya 'dır)Cevat Şakir Kabaağaçlı yani diğer tanınmış ismi ile Halikarnas balıkçısının da belirttiği ve özellikle bahsettiği konu o devirlerde yazının bulunmaması idi ve konular abartılarak resimlendirilir ve o resimlerle betimlenen hikayeler homeros tarafından anlatılırdı.Uzun uzun bu konudan bahsemeyeceğim sadece dilden dile anlatılanlar kitaplaşıp bize sunuluyor ancak bu tip hikayelerin doğruluğu kanıtlanmamıştır.Asıl konumuza dönersek,şu günlerde de anlayabileceğiniz gibi yeni dünya düzeni kurucuları işbaşında.Bunlar ne yapıyorlar peki;İşte inanılmaz zengin bu insan müsvetteleri 10 aile iç çemberden sonra ki CFR çemberine oradan TRİTERAL ve diğer kollarla Amerika'da başgösteren ekonomik krizi ve banka açıklarının iflaslarını global krize dönüştürerek asya'dan avrupa'ya oradan Rusya ve tüm dünyayı etkileterek dalga dalga genişletmiş ve tam bir belirsizlik halinde insanların ne zaman kendilerine teslim olacaklarını beklemeye başlamışlardır.İnsanlar finansal sıkıntı ile borç alacak ödeyemeyecek giderek bireysel olan bu borçlanma ülke bazında dışa bağımlı olacak,merkez bankaları piyasanın hareketlenmesi için likit akışına yön vermek zorunda olacağından, yabancı yatırımcıların ve para akışının kesilmesi ile kitlenip çözümsüzlüğe doğru giderken bizim bu efendiler (İLLUMİNATİ)çıkıp piyasaya para sürecekler ve merkez bankalarına faiz indirimi ile piyasaların belirsizliğini ortadan kaldıracaklar:Sıkılmayasınız diye yüzeysel anlatarak geçtim .Bu süreç hiçte kolay olmayacak.Anlatmış olduğum olaylar dünya üzerinde her zaman oynanmaktadır.Zaten multimilyarder olan bu aileler hiç doymayan aç gözlülükleri ve ihtirasları ile dünyaya bu tip krizleri yaratıp belli bir süre tutup güçsüzlerin yok olacağı ekonomilerine el atarak teslim almaları alışılmış şeylerdir.Tüm dünya merkez bankaları denetlenebilir ve ülkenin kendi malı değildir. ÖRNEK :Herhangi bir kağıt paramızdan birine bakın oradaki ibare şudur"TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ BANKASI"Türkiye Cumhuriyeti değil kendi malı değil yani.Türkiye Cumhuriyettir demek isteniyor.Daha derin konulara inmeden amaçları destekle parçala yönet olan bu aileler istedikleri ülkede istedikleri kişileri en üst makamlara getirerek savaşlar çıkarıp silah satmak dünya nüfusunu azaltarak kaos ortamı ile daha rahat ilerleyebilecekleri zeminler hazırlaya-ak kendileri için kutsal saydıkları şeytana hizmet etmektir.
Dünya devlet ve hükümet başkanlarını incelersek çoğu onların nazik hizmetkarlarıdır.Amerika'da da açıkça kendilerinin de belirttiği gibi asıl destekledikleri aday Cumhuriyetçi Mc kean 'dir.Barak Obama'da onların adamı dır ancak onu sadece "bakın burada siyah ta aday olabiliyor" izlenimi vermek ve desteklemedikleri insanları aradan silerek kendi adaylarını koymaktır.Hillary'de onlardan biridir.Eşi Bill Clinton onlar için eşsiz bir hizmetkardır.ama işini en iyi şekilde yapmış ve görevini bitirmiştir İkinci bir Clinton olamazdı.Konuları basitçe geçiyorum eğer bunları merak ediyorsanız ve daha fazla bilgi isterseniz TEXE Marrs'ın coolcholet'nin de bahsettiği kitabı okumanızı tavsiye ederim.Yazar bu kitabı sadece Türklere yazmış ve anlatmıştır.Amaç bilgilendirilmektir.Çünkü bizimle hala tam olarak istediklerini gerçekleştiremediklerinden dolayı uğraşmaları daha uzun yıllar olmasada onları epeyce zorlamaktadır.Örf adet gelenek ve göreneklerimizle hala kültürel zenginliğimizi korumamız ve tam olarak parçalama emellerine ulaşamadıklarından kutsal bir abide gibi karşılarında durmaktayız. Ama ne zamana kadar?
İşte bu konuda yeterli bilgileri edinerek gelecek nesillerimize de bunları aktarmamız gerekir.Bunların uzantıları ve kuklaları hala ülkemizin karar verme mekanizmalarında ve belli kademelerinde yer almışlardır. Onlar Fatih'i zehirlediler ve Atatürk'ün ölümünü hızlandırdılar.

İlluminati nasıl çalışıyor?

Yılda bir kez biraraya gelen İlluminati üyeleri, hedefledikleri dünya devletini kurmak için planlar yapıyorlar. Bu planların içinde çeşitli ülkelerde ekonomik krizler çıkararak, ülkeleri sömürmek, savaşlar çıkarmak, 'Daha Fazla Savaş' ilkeleri gereği savaşların sürekliliğini sağlamak, çeşitli hastalıklar icat etmek, (kitapta, AIDS ve HIV'in ABD'deki askeri araştırma laboratuvarlarından dünyaya yayıldığı iddia ediliyor.) nüfus azaltıcı çalışmalar yapmak, etnik temizliği desteklemek ve 11 Eylül örneğinde olduğu gibi terör yaratarak, 'anti-terör yasaları' çıkarmak. Yazarın iddiasına göre, 11 Eylül saldırısı için FBI bazı Arapları kullandı ve bombaları temin etti. İlluminatı'nın ilkelerinden en önemlisi 'Kaostan kaynaklanan düzen'. İlluminati, kendi düzenini çıkarmak için sürekli kaos yaratmak zorunda.

Kaynak: İlluminati, Texe Marrs


4000 YILLIK TARİHİ YALAN

Yahudi yazar Arthu
r Koesler

“Yahudi diye bilinen ırk, Rusyadan gelen bir göçebe halktı.”

“Dünyada 1,5 milyon gerçek Yahidi vardır. Geri kalanların, İsrail ile hiç bir alakaları yoktur.”

“Eski Ahit’i de, İncil’i de Levi’ler yazdı.” Demiştir.

Yunan tarihçi Heredot

Mısır tarihinde, kitle göçü diye bir olay olmadığını ve Yahudilerin Mısır da yaşamadıklarını söylemişti.

Plato

Heredot un görüşlerine sahipti.

Mısırlı tarihçi Minetto

Mısır tarihinde kesinlikle Yahudi diye bir ırkın olmadığını, bu ırka mensup bir tane dahi mezar veya yazıt olmadığını, Mısır arşivlerinde, Yahudiler ile ilgili bir bilginin olmadığını belirtmektedir. Mısır Krallığı arşivciliğe ve tarihi bilgilere çok önem verirdi. Mısır tarihinde hiç Yahudilerden bahsedilmemiş olması, Yahudilerin tarihi yanılttıklarının kanıtıdır demiştir.

Üstelik Tarihçi, “İbrani dini ve yasaları yoktur, çünkü İbrani diye bir ırk yoktur” demiştir.

Alman yazar Dr. Erich Bromme

Babil’e esir düşen Yahudilerin hiç geri dönmediklerini belirtmiştir. Yahudilerin düzgün bir tarihleri olmadığı için, Babil’deki esaretlerini Mısır tarihine uyarlaya-ak değiştirmişlerdir. Babil’de bulunan ünlü kişilerin isimlerini, Mısır daki isimler ile değiştirip kendilerine yapay bir tarih yarattıklarını belirtmiştir.

Mısırlı Ejiptolog Mustafa Gadalla

Tevrat’ta ve Eski Ahit’te adı geçen şahısların ve tarihlerin, gerçekler ile alakası olmadığını ve uydurulmuş düzmece bir senaryo olduğunu belirtmiştir.

Davut’un Sion Yıldızı, aslında Mısırlıların devlet mühürü olduğunu belirtmiştir. Yahudilerin sembollere önem verme geleneği, Babil esaretinde oluştuğunu, fakat Babil de yaşarlarken, hiç alakaları olmayan Mısır tarihini ve sembollerini kendilerine mal ettiklerini söylemiştir.

Tel Aviv Üniv. Yahudi asıllı Prof. Ze’ev Herzog

İsrailli lerin hiç Mısırda bulunmadıklarını ve buna dair hiç bir iz bulunamadığını belirtmiştir. Yahudilerin, M.Ö. 3000 den beri Musevi olduğu ise, tarihi bir saptırma olduğunu, aslında Yahudilerin ancak M.Ö.700 yıllarında Museviliği benimsediklerini, o tarihe kadar putperest olduklarını ve canlı canlı çocuk yakarak kurban ettiklerini belirtmiştir.

Üstelik; Yahudilerin Mısır’dan kaçtıklarını ileri sürdükleri tarihte, Filistin bölgesi zaten Mısırlıların toprakları idi

demişti.

Yahudi araştırmacı İsrael Finkelstenin

Yahudilerin Mısır da hiç bulunmadığını ve Yahudilerin sadece Kenanlı göçebeler olduğunu tespit etmiştir.

Prof. Hook

Süleyman Mabedinde, M.Ö. 700 yılına kadar çocukların yakılarak kurban edildiğini söylemişti.

Yahudi Tarihçi Josephus

İsrailliler, Mısır da bulunmadı. Mısırda bulunanlar Yahudi değil, Hiksoslardı diye yazmıştı.

Heilderberg Ünv. Ejiptolog Jan Assmann

Hz. Musa, kesinlikler yahudi değil, Mısırlı soylu bir aileden olduğunu yazmıştı.

“Sion Yıldızı simgesi, Mısır Firavunlarının mühürüdür” demişti.

Toronto Ünv. Donald P. Redford

Tora ve Eski Ahit te yazılan göç hikayesi (exsodus),aslında Mısır devlet düzenine uymayan ve Mısır dan kovulan Hiskosların tarihidir. Hiksoslar, Yahudi dediğildi. Yahudiler, hiç Mısır da bulunmamışlardır. Hiksosların Tarihini ve hikayelerini, kendilerine mal etmişlerdir. Yahudiler, Babil Kralı Nabukadnezar tarafından esir alınıp Babil’eg*türülmüşlerdi. Uzun yıllar sonra, Babil den sürülen Yahudilerin sürgün hikayesi, Mısırdan kaçış hikayesine dönmüştür. Sonra, düşmanları olan Firavun Ahmose nin adını “Musa” olarak değiştirmişlerdir.

Tarihçi Dawn Breaster; Mısır da Mermose diye bir isyancının peşine insanları katarak Habeşistanag*türdüğü söyler.

Paulusyen Tarikatı (Anadolu Hıristiyan Gnostizmi)

Eski Ahit’in, Yahova’ya tapan hırsız ve hilekar bir ırk tarafından yazıldığını ve tamamen aldatmaca olduğuna inanıyorlardı. Paulusyenlere göre Yahudiler, hırsız ve serseri bir ırk tı. Onları Orta Doğuda dolaşan, evsiz barksız çingene sürüsü olarak nitelendiriyorlardı.

Paulusyenlere göre dünyaya gelen tüm peygamberlerin, Yahudiler tarafından katledildiği bir gerçekti.

Paulusyenlere göre Esseniler, Sümerden gelen rahiplerdi, kesinlikle Yahudi değildi.

Paulusyenlere göre Yahudi soyundan, hiçbir peygamber çıkmamıştır. Yahudiler, Hz İbrahim ve Hz. Musa yı kendi soylarından olduklarını söylemelerine rağmen, İnanmazlardı. Paulusyenler bu konu ile ilgili olarak, Kur’an ayetlerini araştırmış ve Müslüman alimler ile fikir birliği yapmışlardı.

İngiliz Yazar David Icke

Babil esareti sırasında Babil deki sürgünler, İbrani değil Levilerdi. Eski Ahit Levilerin uydurmasıdır. Exsodus hikayesi, Mısır gizem okullarından çalınma bir kılıftır. Yahudiler tarihi yanılmak ile, Tevrat’ta bahsedilen “vaat edilmiş topraklar” ın yerini değiştirme çabası içindedirler. Çünkü, Tevra’ta bahsedilen vaat edilmiş topraklar Arabistan çölleridir.

Tarihçi Turgut Gürsan

İbraniler, İsrail’li veya Yahudi değildi. İbraniler, Mısır gizem okullarını kuran Hiksoslardı.

Araştırmacı Smyrnian Bartunyus (cazy Smyrne)

“Orta Doğu da Yahudi diye bir ırk yoktur. Yahudiler, Yemen den göç eden Kenanlılardır. Kenan diyarından da Filistin’e göç eden bir grup Yahudiler, savaşmak zorunda kaldıkları Babilli’lere esir düşmüş ve Babil’eg*türülmüşlerdi. Yani Yahudiler, Filistin de yaşama fırsatını bulamadılar bile. Babil’eg*türülen Yahudiler, hiç geri dönmediler. Mısırdan kaçan Hiskoslar, Filistin diyarına yerleştiler. Babil Krallığının güç kaybetmesi ve bölgede iktidar boşluğuna sebep olması nedeni ile, Hiksosların Filistine girmesi ve yaşamasına sebep olmuştur. Mısır’dan kaçan halk, Hiksoslar (isyancı Mısırlılar) olup, kesinlikle Yahudi değildir.

İlerleyen zaman içinde; Mısır’dan kaçıp Filistin de yaşamayı sürdüren Hiksos halkının içine, Kenan diyarından gelmeye devam eden Yahudiler karışmıştır. Filistin topraklarında Hiksoslar ile yaşamlarını sürdüren Yahudiler, uzun yıllar sonra Hiksosların tarihini kendilerine mal ettiler. Tevrat inancına sahip olan Yahudiler, Mısır soyundan olan Hz. İsa yı hiç kabul etmediler. Yadudilerin düşüncesi, kendi soylarından gelecek olan bir peygamberin kral olması idi. Kral olabilmesi ihtimali nedeni ile, Hz. İsa’yı katlettikler. Ve bu hayal ile Filistin topraklarında birçok ayaklanma gerçekleştiren Yahudiler, Roma İmp. tarafından dünyanın birçok yerine sürülmüştür. Roma imp., Kudüs ve Filistin de bir tane bile Yahudi bırakmamıştır.Tarih bunu doğrulamaktadır. Filistin topraklarında yine Hiksoslar yaşamaya devam etmiştir. Fakat, Yahudiler Filistin topraklarından sürüldüklerinde Hiksosların tarihini kendilerine çoktan mal etmişlerdi bile.

Uydurulan Eski Ahit, Kabala, Tora ve yalan tarihleri ile Avrupada ve dünyanın bir çok yerine dağılan Yahudiler, tekrar Filistin’e geri dönme hayalleri ile yüzlerce yıl yaşamışlardır. Yahudi bilginleri, bu gizli ve sahte tarihi yeni gelen nesile öğrettiler. Çünkü, Filistin topraklarına tekrar geri dönmenin tek açıklanabilir sebebi, sahte Ahit’teki “vaad edilmiş topraklar” hikayesine sıkı sıkı sarılmaktı. Yahudilerin gerçek toprakları, Arab Yarım adasının çölleridir, yani “Kenan bölgesi”. Kenan bölgesine de, Yemen’den göç etmişlerdir. Yahudilerin, Filistinde ve Orta Doğu topraklarında hiçbir hakkı yoktur. Şuan Filistin toprakları Filistinlilerindir, kendi topraklarıdır ve haklarıdır. Hiksoslar diye bilinen Mısır kaçaklarının torunları ise, bugün Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan bölgelerinde yaşamaktadır.

Evet şimdi örtünün kalktığını ve birçok bilginin su yüzüne çıktığını görebiliyoruz.






Vril ve "Bizi Ezecek Olan Irk"
Roketler konusunda dünyanın büyük uzmanlarından birisi olan Dr. Willy Ley 1933'' de Almanya'' dan kaçar. Ley, Vril örgütünün ilk açıklayanlardan biridir. Örgüt Berlin'' de kurulmuş olan küçük bir Order'' dı. Vril, günlük hayatımız sırasında çok az bir parçasını kullannabildiğimiz sonsuz enerjidir. Vril'' e hakim olan kimse kendisine de, başka dünyalara da hakim olur. İnsanlar bütün gayretlerini buna yöneltmelidirler. Dünya değişecektir. Efendiler, yeraltından yeryüzüne çıkacaklardır. Onlarla anlaşırsak bizi de efendi, anlaşamazsak köle olacağız. Vril fikri aslında, gene bir Golden Dawn üyesi olan Bulwer Lytton'' un "Bizi Ezecek Olan Irk" isimli romanından alınmıştır. Aynı zamanda "Pompei'' nin Son Günleri" isimli eserin de yazarı olan Lytton bu kitapta, Ruh alemi bizden çok daha yüksek olan insanları anlatır. Bunlar şimdilik gizlenme durumundadırlar. Dünyanın merkezinde bulunan mağaralarda yaşarlar ve her şeyin üzerinde güç sahibidirler.

İlk bakışta, bir romandan yola çıkan herhangi bir örgütün bu kadar ciddiye alınması saçma gibi görünebilir fakat şunu da düşünmek gerekir; Dünyada meydana gelmiş olan bir çok oluşum tarihlerinden çok önce romanlarda oluşmuşlardır. Mesela, 1896'' da Peter Shiel bir roman yayımlar. Kitap Avrupa çapında bir örgütten bahsetmektedir. Örgütün üyeleri zararlı buldukları aileleri öldürüp, cesetleri yakarlar ve kitabın ismi S.S'' lerdir. Aynı şekilde Titanik, batışından çok önce bir romana konu olmuş ve romanda geminin büyük ölçüleri, batış şekli ve hatta romandaki "Titan" ismi gerçeği ile tutarlı olmuştur.

VRİL :
Daire ve disk şeklindeki uçaklar eğik manevralar yapamadıkları için hava savaşlarında kullanışlı değildiler. Vril örgütünün belirgin bir şekilde Thule örgütünden ayrılmasından sonra devletten destek alamayan örgüt üyeleri çalışmalarını kendi imkanlarıyla sürdürmek zorunda kaldılar. En sonunda Brandenburg’a bir UFO’yu indirdikten sonra devletten destek almaya başladı.
Bu çalışmalarda 9 model üzerinde duruldu. Fakat Vril’lerin avantajı dezavantajları vardı. Vril gücü ile çalışan ve çok yer kaplayan bir motora sahip olmasıydı. Avantajı ise imalatının ucuza imal dilmesi ve güvenirliliği idi.
Avusturyalı bilim adamı Viktor Schauberger (1885-1958) Naziler için 1938-1945 arası bir seri uçan diskler icat etmişti.
( Viktor Schauberger )
Schauberger, likit vortex ile (girdap) işleyen birçok UFO yapmıştı. Kayıtlara göre bunların birçoğu uçmuştu. Burada yanız tarihe dikkat etmek gerekiyor. Ağrı Dağı’nda bulunan UFO’dan sonra bu çalışmalara başlaması dikkat çekicidir. Ona göre, eğer su veya hava, “Kollodial” diye bilinen bir kan enerji müthiş bir güçle yerçekimini yok ederek yükselme doğuruyordu. Bu şekilde yükselen disk, önce mavi-yeşil sonra da parlak gümüş renkli ışıklar saçmaya başlıyordu. Gemiler başarılıydı ve uçuşları da beğeniliyordu.
Almanya’nın 1945’ten itibaren işgal edilmesiyle birlikte İngilizler ve Amerikalılar, SS’lerin gizli arşivlerinde iki adet Haunebu-2 prototipi ve bir adet Vril-1 prototipine ait fotoğrafların yanında bu uçandairelerin detaylı versiyon planlarını ele geçirdiler. Bunlar ancak Mayıs 1945’te olmuştu. Ancak 1990’lı yıllardan itibaren İngilizlerin ve Amerikalıların daha önceleri yasaklattıkları fotoğraflar ve eskizler, Orta Avrupa ülkelerinde yeniden ortaya çıkmaya başladılar. Haunebu 1-2-3 uzay gemileri ve Vril-1 UFO’ları hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldular. Bunlar Almanların ellerinde kalan gemilerdi.
1946 yılında İskandinav göklerinde, 1947 yılında ABD’de ortaya çıktılar. Halk bunları bazen disk, bazen puro şeklinde görmekteydi.
Bu durumda Alman UFO’larının savaş sonrasında dünya üzerindeki gizli üslerinden kalkarak Amerika’yı kontrol etmeleri doğru olabilir. Çünkü ne de olsa savaş onlar için hala bitmemiştir.
Almanya teslim olduğunda savaş ortasında 250 bin kadın ve erkekten oluşan grup esrarengiz biçimde ortadan kayboldular. Bu nüfusun büyük bölümü gençtir ve çoğunluğunu bilgili insanlar oluşturmaktadır. Bu insanların savaş sonrasında Antartika ve Güney Arjantin’deki gizli Alman üslerine gitmiş olduğu kabul edildi.
VRİL Serisi; VRİL-1, VRİL-2, VRİL-9
Şurası da bir gerçektir ki, daire veya disk şeklindeki uçaklar eğik manevralar yapmadıkları için hava savaşlarında kullanışlı değildiler. Vril örgütünün belirgin bir şekilde Thule örgütünden ayrılmasından sonra, Vril örgütü mensupları Nasyonal Sosyalist devlet yönetimine ve onun dünya görüşüne uzak durmaya başlamışlardı.
Vril 1 in yapım planlarından biri.
Thule örgütü üyeleri SS’lerin kitlesel desteği sayesinde birçok gelişmeye öncülük ederken, Vril örgütü mensupları ise, gittikçe bir yalnızlığa doğru itilmişlerdi. Fakat şu gerçeği de belirlemekte yarar vardı; Vril mensupları kesinlikle NS-yönetiminin karşısında değildi. Fakat onlar devleti yöneten güçlerin destekçisi ve taraftarı da değildiler. Bunun sonucu olarak Vril örgütü, projeleri için devletten resmi bir destek veya yardım alamamıştı. Fakat bu, küçümsenen RFZ-2’lerin başarıyla ulaşmasından sonra değişti. Vril mensupları için önceden olduğu gibi bir destek umudu belirdi. (Bu destek SS-E-4 –“Kara Güneş”- ki bu örgüt Thule’nin SS’ler içindeki koluydu- desteği kadar olmasa bile..) Vril örgütü kendi imkanları ile bir UFO’yu Brandenburg’a indirdikten sonra, devletten destek almaya başladı.
Bu şekilde “Vril-1” projesi başlamış oldu. Bu projenin amacı bir avcı-diski’ni geliştirmekti. Vril-1’in başarılı bir şekilde bir çok versiyonu imal edildi. Tek kişilik pilot mahalline sahip olan bir diskin yanında, iki kişilik ve plexiglas kubbeli bir disk daha yapıldı. Bunu takip eden örnek olan Vril-2, prototip olarak yapılmasına rağmen, talihsiz bir kazaya uğradı. Reich savunması için düşünülen “Evrensel Avcı Diski” V-9da planlanmasına rağmen gerçekleştirilemedi. Vril disklerinin dezavantajı Vril-gücü ile çalışan ve çok yer kaplayan bir motora sahip olmasıydı. Avantajı ise, imalatının ucuza mal edilebilmesi ve güvenirliliği idi.


Tek bir şans, bir umut galaksidir.(Some, however,have not) Fakat zorlu yolların sonu, büyüklüğün tepelerine çıkar. Her ne olursa olsun, savaşın, geçmişin ve tarihin sonuçları, asla net olarak hesaplanamaz.

The truth is out there!
Gerçek orada bir yerde!

Sevgilerle



Cerrah robot

ABD’de geliştirilmesine devam eden cerrah robot sayesinde, yaralılara sağlık merkezine gelene dek yolda uzaktan müdahale edilebilecek.

California merkezli SRI International Labs.’ın geliştirme çalışmalarına devam ettiği ‘Trauma Pod’ adlı mobil ameliyathane ve içindeki robotlar sayesinde, acil durumdaki vakalara, hayati ilk saatlerde uzaktan cerrahi müdahale yapıllabilecek.

ABD Ordusu için geliştirilen sistem temelde, savaş alanında yararlanan askerler hastaneye taşınırken yolda müdahale edebilmek amacıyla geliştiriliyor.

Mobil ameliyathanenin merkezinde, uzaktan kumanda edilen üç kollu bir robot bulunuyor. Gerçek bir cerrahın kumandasındaki bu kollardan bir tanesi, cerrahın ameliyatı takip edebilmesi için bir endoskop taşıyor. Hastanedeki cerrah, diğer iki kol sayeside, kilometrelerce uzaktan ameliyatını tamamlayabiliyor.

SRI’ın baş geliştiricisi Pablo Garcia amaçlarını şöyle açıklıyor: “Trauma Pod, yaralanmalardaki cerrahi kontrole ve yaralı için gerekli asgari stabilizasyonu sağlaya odaklanmış durumda. Uzaktan kontrolü ve akciğer tahribatı ya da soluk almanın durması gibi hayati tehlikenin söz konusu olduğu durumlarda müdahale etmeyi sağlıyor.”

AMELİYATHANEDE YOK YOK
Trauma Pod’da yalnızca ‘cerrah robot’ bulunmuyor. Ona 12 robot da asisitanlık yapıyor.

Ameliyathanedeki yatak da özel olarak geliştirildi. Bu özel yatakta, yaralının tüm hayati bilgilerinin yer aldığı bir ekran ile oksijen ve gerekli sıvıların yaralıya verilmesini sağlayan ekipman yer alıyor. Ayrıca yatağa monte edilmiş özel bir kol, anestezi uzmanının yapması gereken herşeyi yapabiliyor.

Trauma Pod’ da üç boyutlu bir röntgen cihazı yer alıyor ve sonraki versiyonlarına ultrason eklenmesi de düşünülüyor.

Öncelikli olarak ordu için geliştirilse de özellikle afet bölgelerinde de aktif görev alması beklenen Trauma Pod’un, on yıl içinde hizmete girmesi hedefleniyor.

‘ALKOL TESTİ GİBİ’
Geliştirme çalışmalarında yardımcı olan Standford Üniversitesi’nden Brenden Visser projenin geldiği aşamadan çok etkilendiğini saklamıyor: “Üç tane ayrı robot, güçlü ve hızlı kollarıyla adeta hastanın üzerinde dans ediyor. Birbiriyle çarpışmıyorlar ve çok küçük nesneler bir koldan diğerine geçiyor. Bu, biraz gözlerinizi kapatıp parmağınızı burnunuza dokundurduğunuz alkol testlerine benziyor. Ama bunu çok hızlı yaparak ve kaza eseri burnunuzu kıracak kadar güçlü kollarala.”

Yaşam Dünya'ya Ceres'ten mi geldi?

Cüce gezegen Ceres, evrenin ilk anındaki göktaşı çarpışmalarından kurtulmuş olabilir. Bu olasılık, gezegenin hayatın beşiği olma ihtimalini doğuruyor.

Astrobiyolojistler, evrenin herhangi bir yerinde, belki de Güneş Sistemi'ndeki komşularımızdan birinde gelişmiş ya da gelişmemiş formda hayat bulma umudu içerisindeler. Çalışmalar daha çok Mars, Europa gibi buzlu uydu gezegenlerde yoğunlaşıyor. Ancak, Güneş Sistemi içerisinde yer alan daha az geleneksel noktalarda bulunan yaşam izleri gözden kaçmış olabilir.

İtalya'da gerçekleştirilen Uluslararası Yaşamın Kaynağı Konferansı'na Giessen Üniversitesi'nden katıan Joop Houtkooper, Dünya üzerindeki yaşamın cüce gezegen Ceres kaynaklı göktaşlarından gelmiş olabileceğini öne sürdü.

Güneş Sistemi'nde bulunan en küçük cüce gezegen olan Ceres, etrafında bulunan asteroid kuşağı ile biliniyor. 1801 yılında keşfedildiğinde gezegen olarak adlandırılan cüce gezegen, ardından asteroid sınıfına düşürüldü. Uluslararası Astronomi Birliği'nin "gezegen" tanımını yenilemesinin ardından cüce gezegen olarak adlandırılan Ceres, şimdilerde Dünya dışı organizmalara yuva olup olmadığı ile tartışılıyor.

Evrenin ilk zamanlarında "Geç Ağır Bombardıman" olarak bilinen bir dönemde asteroid yağmurları oluyordu. Houtkooper'a göre bu tehlikeli dönemden önce Dünya üzerinde yaşam varsa bile, büyük olasılıkla bu dönemde tamamen silinmiş, ve Güneş Sistemi'nin içini yerle bir etmiş bu kozmik enkazın içinden yeniden yeşermiş olması gerekiyor. Ceres'in Dünya üzerindeki yaşamın beşiği olması fikri de burada ortaya çıkıyor.

Enteresan bir şekilde, bombardıman döneminden beri ayakta kalabilmiş olan bu cüce gezegen, eğer bombardımana uğradıysa, üzerinde bulunan suyun tamamını sonsuza kadar kaybetti. Yaşadığı sarsıntılar nedeniyle dağılan su örtüsü, çekim gücü düşük olan gezegenin yüzeyinden uzaklaşmış olabilir. Bu teori, aynı zamanda yüzeyinde büyük kraterler bulunan ancak hiç su bulunmayan Vesta isimli asteroidin açıklanmasına da ışık tutuyor.

"Kanıtlar, Ceres'in Geç Ağır Bombardıman döneminden nispeten yara almadan kurtulduğunu gösteriyor" şeklinde konuşan Houtkooper, Ceres'in üzerinde biryerlerde halen "Güneş Sistemi'nin yaşıyla yaşıt bir hayat formuna evsahipliği eden bir su okyanusu" olabileceğini ifade ediyor.

Bu fikir, enteresan bir teoriyi beraberinde getiriyor. Teoriye göre, eğer Dünya bu ağır darbelerle sterilize edildiyse, ve Ceres'in evsahibi olduğu yaşam kurtulduysa, cüce gezegen Yeryüzü'nde oluşacak yeni hayatın tohumlarını atmış olabilir. Teoriye göre Ceres'ten kopan parçalar veya etrafında dolaşan asteroidler, cüce gezegenin çekim alanından ayrılmış ve Dünya üzerine hayatı getirmiş oalbilir.

"Güneş Sistemi'nde bulunan okyanusa bir zamanlar sahip olmuş, halen sahip olan veya olabilecek gezegenleri kontrol ettim" açıklamasının ardından Houtkooper şöyle konuşuyor: "Venüs, muhtemelen ilk zamanlarında bir okyanusa sahipti, ancak gezegenin büyük kütlesi ondan bir parçayı koparıp Dünya'ya yollayabilmek için için daha büyük bir güçle çarpılmasını gerektiriyor. Ceres gibi daha küçük objeler, üzerindeki parçaların ayrılabilmesi için daha düşük güce ihtiyaç duyuyorlar."

Bu bilginin ışığında yörünge yollarının bir hesaplamasını yapan Houtkooper, asteroid, uydu, cüce gezegenlerden oluşan büyük bir olasılık listesinin içinden en olası seçeneğin Ceres olduğunu hesapladığını belirtiyor. Hesaplamalara göre, Ceres'ten kopmuş bir parçanın Dünya yolu üzerinde başka biryerlere çarğmadan hedefine ulaşabilmesi, diğer olasılıkların hepsinden daha yüksek.

Ceres üzerindeki hayatın da halen devam ettiğini iddia eden Houtkooper, okyanusun halen Ceres üzerinde bulunduğuna inandığını ifade ediyor. Yüzeyde hayatın bulunmasının daha zor olacağını belirten bilim adamı, yine de yüzeyde hidrojen-peroksit odaklı yaşamın bulunabileceğini belirtiyor. Henüz Ceres'in yüzeyinde hidrojen-peroksitin bulunup bulunmadığı bilinmiyor ancak, olmaması için de geçerli bir kanıt yok.

Philips saydam OLED teknolojisini tanıttı

Philips Research, gündüz ışığı geçiren ve sıradan bir cam olarak kullanılabilen, karanlıkta ise panele dönüşen prototipini tanıttı.

hilips tarafından tanıtılan saydam OLED (Organic Light Emitting Diode - Organik Işık Yayan Diyot) teknolojisi, insanların camdan duvarlar oluşturarak kendi özel alanlarını oluşturabilmelerini sağlayacak.

Basit olarak, ışık altında saydam olarak cam işlevi gören buluş, karanlıkta ise panele dönüşerek camdan bir duvar oluşturabiliyor. Teknoloji, dilenirse doğal ışığı yansıtıyor, dilenirse gündüz de kullanılabilmesi için, dahili ışığı ile aydınlanıyor.

Henüz seri üretimi için 3 ila 5 yıl geçmesi gerektiği belirtilen buluş, OLED teknolojisinin karmaşıklığı ve aşılamamış kısıtları nedeniyle henüz sadece 12 santimetre ebadında üretilebiliyor.

Philips tarafından geliştirilen 12 santimetrelik prototip, şimdilik birkaç dakika boyunca camdan bir duvar oluşturabilse de, buluşun gelecekte gerektiğinde ise ortam ayırıcı panel olarak kullanılabilecek yeni nesil pencerelerin geliştirilebilmesine olanak tanıyacağı ifade ediliyor.

Kepler gezegen peşinde

NASA, Kepler teleskobunu fırlattı. Teleskop, Güneş Sistemi dışında dünyaya benzer yaşanabilir gezegen olup olmadığını araştıracak.

NASA tarafından yapılan açıklamada, Florida'daki Cape Canaveral Uzay Üssü'nden TSİ 05.49'da uzaya gönderilen 1,03 ton ağırlığındaki Kepler uzay aracının Delta füzesinden, öngörüldüğü gibi, fırlatılmasından 1 saat kadar sonra 721,53 kilometre irtifada ayrıldığı belirtildi.

Adını Alman gök bilimci Johannes Kepler'den alan araç, şimdiye dek uzayda kullanılacak en gelişmiş (95 megapiksel çözünürlüklü) kamera sistemine sahip.

Samanyolu galaksisinin Cygnus-Lyra bölgesinde 100 binden fazla Güneş benzeri yıldızı inceleyecek olan Kepler'in yıldızlardan çeşitli uzaklıklarda Dünya ölçülerinde veya daha büyük yüzlerce gezegen bulması bekleniyor.

600 milyon dolara malolacak misyonun, en az 3,5 yıl sürmesi bekleniyor.

Avrupalı astronomlar geçen ay, Güneş Sistemi dışındaki en küçük Dünya benzeri kayalık gezegeni gözlemlediklerini açıklamıştı.

Avrupa Uzay Ajansından (ESA) yapılan açıklamada, Aralık 2006'da yörüngeye fırlatılan COROT uydu teleskobuyla yapılan keşifte gözlemlenen dış gezegenin (exoplanet) Dünya'nın iki katı kadar büyükte ve Güneş benzeri bir yıldızın etrafında döndüğü belirtilmişti.

Bu mini kayalık gezegenin yüzey sıcaklığının çok yüksek, yaklaşık 1100 santigrat derece olduğunu belirten bilim adamları, gezegenin büyük olasılıkla lav veya su buharıyla kaplı olduğuna işaret etmişti.

Astronomlar, yine de Dünya ölçülerine sahip gezegenlerin çok ender olduğuna işaret ediyor.

5 Mart 2009 Perşembe

Gezegen avcısı 7 Mart'ta fırlatılıyor

NASA'nın Kepler projesi yetkilileri, 1,03 ton ağırlığındaki Kepler uzay aracının bir Delta 2 füzesiyle 7 Mart Cumartesi TSİ 05:49'da Florida'daki Cape Canaveral Uzay Üssünden fırlatılacağını belirtti.

Amerikan Havacılık ve Uzay Ajansı (NASA), Güneş Sistemi dışında Dünya'ya benzer ve yaşanabilir gezegenler arayışları çerçevesinde, Kepler adlı uzay aracını cumartesi günü fırlatacak.

NASA'nın Astrofizik Bölümü Direktörü Jon Morse, Güneş'in yörüngesine yerleşecek Kepler'in Dünya benzeri koşulların bulunabileceği gezegenlerin bulunması ve incelenmesi çabalarında ilk ve çok önemli bir proje olduğunu belirterek, "gezegen avcısı Kepler" uzay aracına Samanyolu galaksisinde Dünya ölçütlerindeki gezegenlerin ne kadar sık olabileceğini anlamada büyük görev düştüğünü söyledi.

Samanyolu galaksisinin Cygnus-Lyra bölgesinde 3,5 yıl boyunca 100 binden fazla Güneş benzeri yıldızı inceleyecek olan Kepler'in yıldızlardan çeşitli uzaklıklarda Dünya ölçülerinde veya daha büyük yüzlerce gezegen bulması bekleniyor.

Mars'taki Bir Deliğin Yakın Çekimi

http://antwrp.gsfc.nasa.gov/image/0709/PSP_004847_1745_cut_b.jpg

Açıklama : Mars Keşfi Yörünge Aracı üzerinde yer alan HiRISE cihazı tarafından, kısa zaman önce alınan bu yakın çekim resimde görülen 150 metre genişliğindeki gizemli çukur, eski bir Mars yanardağı olan Arsia Mons'un kuzey kenarında bulunuyor. Yükselmiş kenarlar ve çarpma kraterlerinin diğer özelliklerinden yoksun olan bu ve benzeri diğer çukurlar, ilk önce Mars Odyssey ve Mars Global Surveyor uzay araçlarından görünür ışık ve kırmızı ötesinde alınan görüntülerde tespit edildi. Görünür ışıkta çekilen görüntüler yalnızca içlerindeki karanlığı gösterirken; kırmızı ötesi ısı verileri, bu açıklıkların Mars yüzeyinin epey derinlerine kadar indiğine ve belki de yeraltı mağaralarına gün ışığı sağladıklarına işaret ediyordu. Bu yeni görüntüde ise, çukurun duvarları kısmen güneş ışığıyla aydınlanmış ve neredeyse dik gibi görünüyor. Buna karşılık en az 78 metre derinlikte olan zemin ise hâlâ görünmüyor. Bu koyu renkli Mars çukurlarının Havai yanardağı krater çukurlarına benzer olarak, lav akıntılarındaki çökme çukurlarıyla bağlantılı oldukları düşünülüyor.

RAINBOW PROJESI ( PHILADELPHIA EXPERIMENT )

"YOK OLDU" ve 640 Km UZAKTA ORTAYA ÇIKTI.
MOLEKÜL TRANSFERİ GERÇEKLEŞTİ Mİ?

PROJECT RAINBOW
28 Mart 1943 ; ABD'li bilim adamı Dr. Morris Jessup'ın, Einstein'ın birleşik alanlar kuramına dayanarak bir "ışınlama" deneyi yaptığı iddia edildi. 'Philadelphia deneyi" adıyla bilinen ve askeri gizlilik içersinde gerçekleştirilen olayda, 104 mürettebatlı "USS Eldridge" adlı askeri gemi, tanıkların iddialarına göre Philadelphia deniz üssünde, yeşil bir sise bürünerek yavaş yavaş "kayboldu" ve kısa bir süre sonra 640 km. ötedeki Norfolk deniz üssünde ortaya çıktı.

Deney ile ilgili medyatik ciddi araştırmalar, 1980'de PHİLADELPHİA DENEYİ'ni perdeye getiren filme izin verildikten sonra başladı. Daha öncelerde, kamuoyuna göre olay sadece saçma bir söylentiydi. Charles Berlitz ve William Moore'un ortak yazdıkları kitap bir fantazi olarak kabul görmüştü.Ama deney ile ilgili kuşkular hala sürmektedir, nedeni anlamsız bir söylenti dahi olsa aşağıda okuyacağınız olaylar dizisi, şaşırtıcı, düşündürücü ve gerçekçidir.


Philadelphia Deneyi günümüz şartları gözönüne alındığında daha etkin ve düşündürücü bir iddiadır,olayda adı geçen bir avuç insandan geriye hemen hemen kimse kalmadığından kesin doğrulanma için ABD gizli arşivlerinin açıklanması gerekmektedir. Fakat, film için devlet tarafından zor izin verilmesi kuşku uyandırmakta ve dikkatleri yoğunlaştırmaktadır.Yaşamını Philadelphia Deneyi'ni araştırmaya adayan ve bir de "A-Z'ye Philadelphia Deneyi" adlı kitabı yazan Alfred Bielek bize tüm olanları anlatırken, "neredeyse delirme noktasına geldiğini söylüyordu;Philadelphia Deneyi tasarlanırken amaç çok güçlü bir elektromanyetik alanın sağlanarak gemilerin görünmez olmaları ve bu sayede top mermilerinden ve denizaltıların atacakları torpitolardan korunmasıydı.Hatta daha sonra,görünmezlik alanını bir benzerinin denizde değil, havada oluşturarak önemli üslerin görünmesinin engellenmesi de düşünülmüştü.

"EVRENSEL ZAMAN SAATİ"

Deneyin resmi ve bilimsel adı "PROJECT RAİNBOW" (Gökkuşağı Projesi)idi. Gökkuşağı Projesi, iddialara göre II.Dünya Savaşı sırasında küçük destroyer tipi bir savaş gemisinin başından geçti.Olayın yeri Philadelphia Deniz Üssü'ydü amaç ise gemiyi düşmanın fark etmemesi için görünmez yapmaktı.Projeye göre, fikir orjinaldi ve düşman radarları hiç fark etmeden gemi istenilen yerde birden ortaya çıkacaktı.Bilimsel tanımın adı;OPTİKAL GÖRÜNMEZLİKTİ; özel bir sistemle veya jeneratörle oluşturulan çok güçlü manyetik bir alan gemiyi saracak, ışınları veya radar dalgalarını büker yada kırarken gemi görünmez olacaktı. Düşüncesi dahi bir mucizeye benziyordu ve iddialara göre de Gökkuşağı Projesi başarılı olmuştu. Yani gemi fiziksel olarak kaybolmuş ve tekrar geri dönmüştü. Tanıklara göre geminin üzerini bir pelerin gibi saran manyatik alan görevini yapmıştı. Fakat ana hedef geminin kaybolduğu yerde değil, bir başka yerde ortaya çıkmasını sağlayabilmekti yani daha yaygın bir deyimle "ışınlama" yapılmalıydı.


Philadelphia Deneyi'nin temelinde düşünce olarak Albert Einstein'ın ''Çekim ve Elektriklenmede Birleşik Alan Kuramı'' vardır. Bu teori bu konuyla ilgili kişilerce "Elektronik kamuflaj" olarak tasarlandı.Einstein, bu teorisi 1925-27 arasında Almanya'da bir bilim dergisinde yayınlandı.Fakat Einstein,bu teoriyi daha denememiş ve daha tam anlamıyla geliştirmemişti.O zamanlardaki amaç, çok güçlü elektromanyetik alanın yapılarak gemilerin görünmez olmaları ve düşman kuvvetlerine karşı korunmasıydı.Hatta bu olayı havada oluşturarak üslerin görünmesinin engellenmesi de düşünülmüştü.Bu deneyin çalışmaları 1930 yıllarda "Project Rainbow"ismiyle başlatıldı.Başlatıldığı yer ise Chicago Üniversitesidir. 1 yıl sonrada bu çalışma PrincetonÜniversitesinde devam ettirildi.bazı bilim adamları bu projede zaman zaman yer aldılar.Bunlar Einstein, Dr. Johnvon Neumann ve Dr. Nikola Tesla'dır.Dr. Alfred Bielek her 10 yılda bir Ağustosun 12'sinde manyetik enerji alanının tekrar oluştuğunu öne sürüyordu.1943'ten sonra 1963 ve 1983'te aynı olay olmuştu. sebebi ise "Senkronizasyondu" Enerji alanları tekrar toplanıyor, dalgalanarak ortaya çıkıyordu, fakat bu alanlar karmaşıktı. Neumann, 1986'da ölen Bielek'in anılarından yazdığına göre bu olayları doğrulamıştı.İfadesi teyp bantlarında vardı. Oluşturulan büyük enerji, doğru açıda sekronize edilirken birden kontrol dışına çıkmış ve "Yönsüz dalgalar'a" dönüşmüştü. Bunun sonucunda ortaya alışılmadık etkiler çıkmaya başlamıştı.Senkronize dalgalar zamanı büküyor ve etkiliyordu.Bir diğer ilginç yaklaşım, Wisconsin Üniversitesi Matematik Profesörü olan Henry Levenson'dan gelmişti.Bu fikre göre zamanın merkezi bir alanın çevresinde yoğunlaştığını ve bir "Zaman Saati" oluşturarak, tüm varoluşun gerçekleştiği ve gerçekleşeceği şifrelerle çalıştığını söylüyordu; Dediğine göre "Şifrelerin içinde yaşayan herşey vardır, dünyadaki bütün maddesel varoluş dünya saat ve zamanına göredir;dünya, Güneş saatine göre, Güneşde galaktik saate göre ayarlıdır.Eğer zaman kilidi yüksek ve güçlü bir enerji alanı ile bozulursa, ortaya çeşitli zaman ve mekan dengesizlikleri çıkar.Taki zaman yeniden kendini tamir edip yeniden dengesini bulanadek"


BİLİM ADAMI DR. MORRİS K. JESSUP'UN ESRARENGİZ ÖLÜMÜ

Olaylar 1943 yılı haziran ayında başladı.Geminin adı USS Eldridge'di, DE 173 bir koruma destroyeri olarak sınıflandırılmıştı. Bir görgü şahidine göre,75 KVA gücündeki iki dev jeneratör geminin ön top taretlerinin altına monte edildi, buradan geminin güvertesine 4 manyetik ışın yayılacaktı. 3 RF vericisi ( Herbiri iki megavat CW gücündeydi ve onlarda güverteye monte edilmişti.),3000 adet 6L6 güç artırıcı tüp,iki jeneratörün oluşturduğu gücü yayacaklardı, özel senkronizasyon ve modülasyon devreleriyle diğer ekipman,oluşan kütlesel elektromanyetik alanları kullanılırlığa indirgerken, kırılmış ışınlar ve radyo dalgaları gemiyi saracak ve sonuçta gemi düşman gözlemcileri için görünmez olacaktı.USS Eldridge adlı destroyer, Philadelphia Deniz üssü'nün önünde biraz açıkta duruyordu, gözlem gemisi olarak da SS Andrew Furuseth isimli bir şilep seçilmişti.İşte iddialara göre Philadelphia Deneyinin ortaya çıkmasını sağlayan insan bu geminin personelinden bir gemicidir. Bu kişi Carl M. Allen imzasıyla, 1950 yılında Dr. Morris K. Jessup'a garip mektuplar gönderdi ama zarfın üzerindeki isim Carlos Miguel Allende'ydi,Mektupta yazılanlara göre Allende veya Allen, olayları baştan sona seyretmiş gibiydi,Jessup adres olarak verilen posta kutusuna mektup yazarak ayrıntı istedi ve bir mektup daha geldi; bu Allen, anlattıklarını kanıtlamak için hipnoz, sodyum pentatol ( bilinci uyuşturarak iradeyi kran doğruyu söyleten bir ilaç )ve teyp kaydı istiyor,olayın etkin bir biçimde açıklanması halinde insanların böyle bir nakil sistemiyle yıldızlara dahi gidebileceğini yazıyordu.



-U.S.S Eldridge gemisinde kullanıldığı iddia edilen jenaratör-


Jessup ise bu kişinin tanıklık iddialarından en azından bir tanesinin doğru olabileceğini söylüyordu.Aslında Jessup, matematikçi ve gök bilimciydi.Astro-fizik alanındaki
çalışmaları nedeniyle Felsefe Doktoru ünvanını almıştı.İnkalar ve Mayalar'la ilgili çalışmalar yaptı. Bermuda üçkeni ve UFO konularında tezler yayınladı.İkinci mektuptan sonra Jessup, Deniz Kuvvetleri'nden bir davet aldı.Deniz Kuvvetleri Araştırma Bürosu'na gittiğinde eline bir kitap verildi ve kitap kendi yazdığı kitaptı, bir yıl önce Büro'ya postayla yollamıştı."THE CASE FOR THE UFO" adlı kitap taslağını Deniz Kuvvetleri'nden Amiral N. Furt'a yollamıştı ama Amiral haberinin olmadığını söylüyordu.
Kitabın sayfaları üç değişik yazıyla yazılmış ve notlar alınmıştı,Dr. Jessup yazılardan birisinin Alle'nin yazısının aynı olduğunu fark etti.Notlar sanki dünya dışı birisinin gözlemi olarak yazılmış gibiydi, binlerce yıl önceki uygarlıklardan söz ediliyor, dünyaya gelen uzay araçları tarif ediliyordu, sonunda ise Güç alanlarından, bir maddenin nasıl kaybolup, nasıl ortaya çıkarılabileceği ve 1943'te philadelphia'da yapılan deneyden söz ediliyordu. Normalde, saçma olarak tanımlanması gereken bu kitap, nedense ABD Hükümeti tarafından Pentagon'da üst düzey belli yetkililere özel olarak dağıtıldı.Carlos Miguel Allende veya Carl Meredith Allen yani Dr. Jessup'a mektup yazıp,deneyi anlatan kişi kimdi? Neden mektubu yazdıktan sonra kayboldu ve öyküsünü neden basına yollamadı? ABD Hükümeti, Jessup'un üzerinde notlar bulunan kitabıyla neden bu kadar ilgilendi?1959 Nisan'ında Jessup, arkadaşı doktor Mason Valentine'i arayarak Deney ile ilgili kesin sonuçlara ulaştığını anlatarak ertesi gün buluşmalarını istedi, 20 Nisan akşamı yemekte buluşacaklardı ama bu yemek gerçekleşemedi.Buluşacakları gece, Miami'de Hammock Parkı'nda Dr.Morris K. Jessup, arabasında ölü bulundu, polis raporlarına göre arabasında ekzoz gazıyla intihar etmişti ve söz konusu notlar ortada yoktu.Arkadaşları Jessup'un asla intihar edecek biri olmadığını söylediler,Valentine ise Jessup'un hastaneye götürüldüğünde hala sağ olduğunu öğrendiğini iddia etti fakat bunlardan bir sonuç çıkmadı ve olay kapandı. Acaba öyle miydi?Jessup'un Philadelphia Deneyi ile ilgili çalışmalarına ne olmuştu? Bu çalışmalar kimleri,neden rahatsız etmişti? Bu gizem hala çözülmüş değil.Yoksa böyle bir oyunla Jessup kendisine mektup yazan kişi Allen tarafından veya başka güçlerle intihar süsü verilerek notlarıyla birlikte bir yeremi götürülmüştü?

DENEY BAŞLIYOR

Tanığa göre, deney 22 Haziran 1943'te sabah saat 09.00' da jeneratörlere güç verilerek başlatıldı.Manyetik alan oluşuyordu; sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başladı ve USS Eldridge kayboluyordu; Olayın tanığı şöyle devam ediyor;"Bir an sadece geminin çıpasını görebildim, sonra oda kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı; bomboş denize bakıyorduk, bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları korku, dehşet ve heyacan içinde nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı.Gemi ve mürettebatı hem radarda hemde gözlerimizin önünde yok olmuştu.Her şey planlandığı gibi yürüyordu, 15 dk. sonra emir verildi ve jeneratörlerin şalteri kapatıldı. Önce hiç bir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu?




Sis azalırken, birşeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk.Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp kustuklarını gördük,diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı,sanki hiç birinin bilinci yerinde değildi.Yetkili ekipler gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdılar ve yerlerine hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldı. Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi.Gemi istenilen radar görünmezliğine ulaşmıştı, donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943'te deney yine aynı gemide tekrarlandı.Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra Destroyer hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı, sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu. Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı.Bir iki dakika sonra mavi bir ışık parladı ve o çizgide yok oldu. Şimdi gemi tamamen yokolmuştu. Bir kaç dakika sonra millerce uzakta Norfolk'ta ortaya çıktı. Göründükten biraz sonra bilinmeyen bir nedenle yine kayboldu ve Philadelphia'da tekrar ortaya çıktı. Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı.


Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmediler.Bu olayın en korkunç bölümü ise beş tane denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı.Bu çok feci bir durumdu. Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi.Aklını tamamen yitirmişti ama yapacak hiçbir şey yoktu.Bazılarının psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı. Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı, yani dokunmanın giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu. "Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay donmustu ve altı ay sonra kurtarılabilindi. Elektronik kamuflaj başladıktan sonra geminin ve mürettebatının bütünüyle kaybolup,çok uzak bir yerde ortaya çıkıp ve sonra yeniden geri dönmesine neden olan neydi? diyor olayın tanığı.Philadelphia deneyi hakkında ''gemi'' nasıl Norfolk'a gitti? Neden yine Philadelphia'da bir yere gitmedi? Levenson'un "Zaman Kilitleri"mi neden olmuştu?

Biz bir zaman dizisi içerisinde yaşıyoruz her hareketimizde bir an geçiyor ve zamanı olmadan süregelen uzayla çevriliyiz. Uzay-Zaman içinde bir yerde, bir an için var olduğumuzda, oluşan zaman karesi yani o anın resmi, lokal uzay / mekan koşulları gereğince yakalanır ve dünyadan çıkarak güneş sistemine yayılır ama uzaya gitmez ve Güneş sisteminin çevresinde yörüngeye girer. Bu "Işınlanma" gibidir.Yani her hareketimizin bir resmi çekilip, uzaydaki albümde yerini almıştır.Bu sonsuz zaman resimleri veya dilimleri Yaradılıştan beri vardır.Yani dünya zamanı içinde değilde,uzay zamanı içinde geri dönüp tüm resimleri görebiliriz.Bu oluşumun diğer koşulu bugünün emilme özelliğidir,içinde bulunduğumuz an bir balon gibi şişerek holografik bir görüntü oluşturur; bu tekbir anlık resimlerin biriktiği bir alandır ve özel bir uzay alanındadır. Yani o alanda bu an geçmişdeki tüm anlar vardır; işte USS Eldridge'nin Norfolk'ta ortaya çıkmasının nedeni geçmişinde orada bulunmasıdır; çarpılan uzay-zaman alanında geminin geçmişte orada bulunduğu anı resmi ortaya çıkmış ve gemi görünmüştür.Yani o anda hem Philadelphia'da hemde Norfolk'tadır.Eğer zaman alanını yeterince bozabilirsek,bir yerde görünebilir,dünya-zamanda değil, uzay-zamanda yer değiştirmiştir. Sebebi daha önce oradaydı.Eğer olay sırasında ve transfer tamamlanmadan önce birisi enerjiyi durdursaydı, madde parçacıkları ışınlanarak emilecek kaynağına doğru yani geriye vakumlanarak bu andaki orjinal yerine dönecekti. İki tane balon düşünün;birisinin içinde Philadelphia'da USS Eldridge bulunsun; Diğer balon ise Norfolk'ta ama içi boş;Bu boş balonda madde olmayan holodrafik görüntü beliriyor ve bu görüntü geçmişte bir yerde olan uzaysal bir imaj.Geçmişteki her zaman resmi bir holografik bir imaj balonu olarak vardır,Bunu bir çizgi filmin kareleri olarakta düşünebilirsiniz. Bu resim dizisi her varolan her şey için oluşmaktadır. Eğer biz Philadelphiya'da bulunan USS Eldridge'nin kendisinin bulunduğu dolu balonu sıkıştırırsak,Norfolk'daki boş balona giden maddi bir bağlantı koridoru yada madde tüpü oluştururuz.Yani imaj gemiye doğru...

Philadelphia Experiment (Philadelphia Deneyi) filminden bazı ilgi çekici sahneler: Resimlerde geminin yoğun manyetik alanlar içinde bir HYPER uzaya ( hyperspace) doğru geçişi görülmektedir.





Bu noktada, kaynağın dörtte biri boş, hedefin dörtte üçü doludur, işte tam bu anda birisi balonu sıkıştırmayı durdurursa ne olur? Işınlanmış madde dalgalar halinde geri dönerek orjinal uzaysal alanına geri döner yine vakum yaparak balonunu doldurur. Basınç yani sıkıştırma enerjisi "Yüksek şiddette titreşen manyetik alanlar" transferden önce serbest kalmıştır. Sonuç dalgaları dev bozucu veya distortional etkiler yaratarak kütleyi alanında hacimsiz bırakırlar. Canlı organizmaların kayıt alanındaki etkileri kağıt gibi incedir, dalga yerini alırken tüm dalgaların kaydı sırasında kurbanlar hayalet kayıtlara dönüşürler. Bu bio-plazmik alanın bozulması ciddi fiziksel sorunlara yol açabilir; Bu olasılık öldürücü ve şaşırtıcıdır ama yapacak bir şey olamaz,Eğer amaç görünmezlikse, çeşitli tanım ve yorumlar getirebilir. Ama niçin gemi suya batmamış ve ya karada bir kentin ortasında belirmemiştir sorusunun cevabı yukardadır, zira geçmişin resimlerinde bunlar yoktur. Ve negatif sonuçlara göründüğü kadar bakılırsa, deneyde yanlış giden birşeyler vardır.Ama bunlar nelerdir?

Philadelphia Deneyi bu bilimsel anlatımlardan sonra bugün 1943'te olduğundan daha güncel.Yeni kaynaklardan yeni ayrıntılar öğrenilmekte ,başka bir iddiaya göre projede görev alanların beyni yıkanarak, gördüklerini unutmaları sağlanmıştı. Fakat yıllar sonra anılar geri gelmeye başladığı için yaşayan tanıklar konuşmaya başladılar. Bielek bu yeni iddialardan kitabında söz ediyor.

Philadelphia deneyi ile ilğili bazı sorular:
Philadelphia Deneyi, 1943 yılında gerçekten USS Eldridge adlı bir destroyerde
veya başka gemide mi yapıldı? Bu gemiye ne oldu?
Gerçekten göz açıp kapanıncaya kadar koca bir destroyer 640 km uzağa gidip geldimi?
Her iki deneyde yer alan mürettebata ne oldu? Şimdi neredeler ve 54 yıl sonra hala yaşayanlar varmı?
İçlerinden hiçbirisi ortaya çıkıp, olayı neden anlatmadı?
Nasıl olduda ABD Deniz Kuvvetleri, böylesine önemli bilimsel adımı 50 yıl saklayabildi?
Böylesine korkunç bir sonuca ulaşan bu teknoloji nasıl bir şeydi?
Einstein'in "Birleşik Alan Kuramı" gerçekmiydi?
Peki bu kuram geliştirilip, tamamlanmışmıydı?
Bu gün Philadelphia Deneyi ile ilgili dosyalar hangi kapalı kapının ardında saklanıyor?




Dr. Valentine, Charles Berlitz'le yaptığı röpörtajda şöyle diyordu;Bence Philadelphia Deneyi bilinen ve alışılmış yollarla açıklanamaz. Bazı bilim adamları atomun temel yapısının, madde parçacıklarından değil, elektromanyetik alanlarda oluştuğu görüşündeler.Bu çok karmaşık enerji alanlarının birbirlerini etkilemesi olayıdır. Eğer böyle bir evrenin içinde maddenin katlı fazları bulunmasaydı, şaşılırdı.Bu fazların birisinden birisine geçilmesi bir yaşamdan ötekine geçmeye benzer. Boyutlar arası değişmedir yani dünyalar içinde dünyalar olabilir. Manyetik alanların karıştırıcı olarak değişimler yaratabileceğinden kuşkulanılıyordu. Maksatlı olarak, olağan dışı manyetik koşullar yaratılması hem fiziksel, hemde yaşamsal olarak maddenin fazını değiştirebilir. Bu durumdada, bağımsız bir varlık olmayan ama içinde bulunduğumuz yaşama benzer belirli bir madde / zaman / enerji boyutunun bir parçası olan zaman faktörünü'de çarpıklaştırır. Kısacası deney olasıdır.



Philadelphia Deneyi isimli filimden bazı sahneler:



Berlitz'e göre Philadelphia deneyi'nin yapılıp yapılmadığı belli değildir ve şu an için kanıtlanamaz ama kavram olarak geçerlidir.Çünkü Einstein'ın ''Birleşik Alan Kuramı'' tarafından desteklenmektedir.Eğer deney yapıldıysa, söylentilerin ardındaki gerçek tanıklar susmaktadırlar ve belkide Türkiye'de de yayınlanan ''Yok Oldu''( Thin Air) kitabında anlatıldığı gibi çıldıran ve inanılmaz değişimler gösteren mürettebatın çoğu ölmüş veya gizli bir yerde ölümü beklemektedir.Ve belkide bir gün üzerinde ''çok gizli'' yazılı bir dosyanın açılma zamanı gelecek karanlıklar aydınlanacaktır.


Gökkuşağı Projesi/ project Rainbow
Amerikan donanmasına ait, USS Eldridge adlı 1240 tonluk bu gemi, 1951'de Yunan donanmasına katılana kadarki hizmet yaşamında ilginç bir deneyim yaşadı.
1943 kışında, USS Eldridge, dünya savaşında başarı kazanmak için çeşitli yöntemler geliştirmeye çalışan donanma tarafından Gökkuşağı Projesi adı verilen teknik bir deneye maruz bıraklıldı.


Philadelphia Deneyi olarak ta bilinen bu deneyde gemi, elektromanyetik alan üreten bir düzenekle çevriliyor ve güçlü jeneratörlerden verilen akımla bu manyetik alan içinde etki altına alınıyor.
Resmi açıklamaya göre amaç, geminin olağan manyetik alanını yok ederek elektromanyetik tetikleme ile çalışan mayınlardan etkilenmesini önlemek.
Resmi olmayan iddialara göre asıl amaç, radarda görünmezlik hatta optik görünmezlik sağlayacak şekilde bir manyetik alan yaratmak ve geminin yansıttığı ışığı eğmek.

Fakat akım verildiğinde beklenmedik gelişmeler yaşanıyor ve gemi tamamen yok oluyor. Akım kesildiğinde gemi yeniden beliriyor. Deney esnasında geminin başka bölgelerde aniden belirip yok olduğuna dair ihbarlar ortaya çıkıyor. Deney sonucunda gemi personelinin çoğunun kaybolduğu, aklını yitirdiği ya da bedenlerinin kısmen geminin dokusu ile birleşmiş olduğu görülüyor. Bu bilgiler tahmin edileceği gibi resmi olarak yalanlanıyor. Gemi 1951'de yunan donanmasına devrediliyor. 1990'lara kadar orada hizmet veriyor.

Montauk Projesi

(PHİLADELPHİA DENEYİ)

image3001.gif (24896 bytes)

U.S.S Eldridge isimli geminin maruz kaldığı olayın temeli, radar görünmezliğinin araştırıldığı 1943 yıllarına, Montauk projesinin orijinine dayanmaktadır.Bu U.S.S Eldridge isimli araştırma gemisi philadelphia'da deniz kuvvetlerinin tersanesine çekilip götürüldükten sonra bu gemiyle alakalı philadelphia deneyi bu geminin yaşadıkları üzerine şekillendirilmiş ve söylenti bu geminin üzerine atfedilerek yayılmıştır.

Bu deneyin amacı gemiyi radar'a karşı fark edilmez etmekti.Ve bu deney gerçekleştirildiğinde genel olarak beklenilmeyen çok şiddetli etkilere neden oldu.Gemi sadece beklenildiği gibi radar'da görünmez olmakla kalmadı çıplak gözlede görünmez oldu.Ve sonraki tetkiklerde geminin kütle olarakta uzay/zaman çerçevesinden çıkmış olduğu anlaşıldı.Başka bir anlamda gemi boyut değiştirmişti! 1943 teknolojisinin bilinen koşulları içerisinde deney bilimde göze çarpan yeni bir buluş olmasına rağmen bu deneye katılan mürettebat açısından deney tamamen fiziksel ve zihinsel olarak olumsuz yan etkilere sahipti.Bu olayın tamamı resmi olarak saklanmıştır. Savaştan sonra philadelphia deneyinin teknik sorumluluğunu yönetmiş olan Dr. John von Neumann'ın yönetiminde araştırma devam etti. Doktorun verdiği emirler bu deneye katılan insanların zihinlerini bozan şeyin ne olduğunun öğrenilmesi yönündeydi. Niçin bu deneye katılan insanlar bir yan etkiye maruz kalmadan ara boyutsal alanda kalamadılar? Newyork Long adasında bulunan ''Brookhaven National'' laboratuvarlarında insan faktörü ile ilğili bilimsel çalışmalar başlatıldı.Bu çalışma phoenix projesi olarak biliniyordu. Von Neumann sadece modern bilgisayar ve matematiksel bir alanda yeni keşifler yapan bir deha değildi.İkinci dünya savaşından sonra müttefiklerin elegeçirdikleri 'Nazi'lere ait insan psikolojisi ve zaman boyutları konularında yürütülen araştırmaların dahil olduğu' çok büyük bilgi üssüne ait askeri sanayi kompleksindeki cihazları ve donanımları kullanabilecek düzeyde bir bilim adamıydı..

Aşağıda Montauk Projesi bünyesinde kullanılan cihaz ve şemalara ait bir kaç örnek:

v32.gif (23170 bytes) v33.gif (26801 bytes) v412.gif (39173 bytes)

v35.gif (38531 bytes)Von Newmann phoenix projesi dahilinde insanların zihinlerini makinelere bağlamak amacıyla denemede(deneyde) kompleks radyo techizatı ile bilgisayar teknolojisini birleştirmeye çalıştı.Çabaları oldukça başarılıydı.Bu deneylerden yıllar sonrası, insan düşünceleri ezoterik kristal radyo alıcıları ile alınabiliyordu.. Ve bu düşünceler bilgisayara aktarılıp depo edilebiliyordu.Ve bu düşünce modelleri bir bilgisayar ekranında görülebiliyordu.Bu teknik geliştirilerek zihin okuma makinaları ve zihin kontrolü tekniğine kadar teknoloji geliştirilmişti.En sonunda phoenix projesi insan belleğinin ve zihnin fonksiyonlarına dair epey bilgi elde etmişti.Bu projenin geliştirilmesini isteyen Congress'e araştırma sonuçları iletildi. Congress ve proje'yi yürütenler kendi belleklerinin de kontrol edilmesinden korktukları için projenin iptalini istediler.Ancak Montauk Projesine katılan insanlar bu projeyi durdurmak istemiyordu.Bu insanlar projeyi daha da geliştirerek Işınlama ve zaman yolculuğu teknolojisi konusunda tam bir kontrole sahip olmak istiyorlardı.Bu proje çerçevesinde insanın parapsikolojik yeteneklerini içeren düşünce gücü üstündede çalışmalar yapılmaktaydı.Düşünce gücü ile metal çubuklar bükülebilmekte ve eşyalar havaya yükseltilebilmekteydi.Fakat deneye katılanların merak ettikleri şey düşüncenin zaman üstüne yönlendirilmesiyle zaman akışında bir sapma yaratıp yaratılamayacağıydı.Araştırmalar iki yöndeydi; hem insan zihninin potansiyelleri hemde teknolojinin potansiyellerini içeren araştırmalar yürütülmekteydi.Yıllar süren araştırmalar sonucunda yoğun çalışmalar ve korkunç deneyler sonrası zaman yolculuğuna izin veren zaman kapıları açıldı.Deneyler sonucunda Montauk projesi bünyesinde son olarak(olasılıkla) orijinal philadelphia deneyi ve 1943'lü yıllara kadar geriye açılmakta olan bir zaman girdabı(Time Vortex) yaratıldı. Montauk projesi bünyesinde yaratılan zaman kapıları, bu deneye dahil olan Preston hem de Duncan Cameron'un hesaplarına göre tam anlamıyla kontrol edilemiyordu. Zamanda ileri ve geri gidip gelinebiliyordu fakat bazı şeyler kontrol dışındaydı.Duncan bir grup insanla birlikte bir araya gelip projenin durdurulması yönünde karar aldı.

...AL BİELEK phoenix projesinin en son safhalarıyla ve bu projede bulunan görüşlerle ilgilenileceğini söylüyor; Al Bielek olarak ben bu projeye 1953 'te katıldım.Operasyonların son safhasında zaman tünellerini yönetmek için kullanılan psişik sandelye arasında ortak sınırı oluşturan bilgisayar ve bilgisayara bağlı ezoterik kristal radyo alıcıları bulunmaktaydı.

Al Bielek : [ Projenin ilk safhaları çok zordu .Sistemler doğru çalışmadılar ve pek çok problem vardı. Ben Al Bielek olarak ve Duncan Cameron 'la Preston Nichols'da yine kendileri olarak deneye katıldılar.Proje zaman tünellerini meydana getirdi[ The project generated the time tunnels]. İnsanlar uzay ve zaman içerisinde bu tüneller sayesinde seyahat edebiliyorlardı.Ancak onlar Montauk'ta devam eden projelere katılmakla birlikte ''zamanda bir şuur transferi gerçekleştirerek ve geçmişteki bedenlerine kendilerini naklederek'' philadelphia deneyine de katıldılar.Biz hala projelerin hepsinin ne olduğunu bilmiyoruz.Tüneller için gerekli olan teknoloji bize uzaylılar tarfından verildi.En önemlisi sürüngenler sınıfından olan Orion grubu ve 2. grup olarak Leverons adıyla çağrılan uzaylılar.En çok yardım sağlayan grup Sirius A 'dan dı.Bu gruplar bizim hükümetimizle gizli bir şekilde çalışıyorlardı.Hükümetin amacı kendi teknik sistemlerini daha da otomasyona çevirmek ve bellek kontrol tekniklerini geliştirmekti. Pek çok değişikliklerden sonra 1977 yılları dolayında tüneller tam olarak işler vaziyete geldi. 1979 yılında da istedikleri tüm sonuçları aldılar. Projenin durdurulduğu 1983 yılının 12 Ağustos gecesine kadar sonuçları aldılar.Ve proje, projeye katılanlarca içten sabote edildi.

Phoenix projesinin yararlarından biri zaman tünellerinin kullanımı ile yakın gezegenlere gidilebilmesiydi.Nazi döneminde elde edilen zaman boyutları hakkındaki bilgiler sonucunda Almanlar 1947'de kendi araştırma laboratuvarlarında bir zaman tüneli etkisi yaratarak kendilerini yakın gezegenlere ışınlayabiliyorlardı.Birleşik devletler Rus araştırmacılarla birleşerek 1962'de Mars'a gitmişlerdi.Bu araştırmalar resmi bilim literatürlerinin dışında küçük grupların büyük finanslarla yürüttükleri deneysel çalışmalardan ibaretti ve bu deneyleri yapanların ulaştıkları nokta elde edilen bilgiler gizli dosya arşivlerinde hala bir sır olarak açıklanmayı beklemektedir.

Rus'lar 1962'de zaman tüneli etkisini kullanarak Mars'a gittiler ve ordan dünyaya bilgi gönderdiler. Mars'taki araştırmacılar : <> Çünkü onlar zaman tüneli açma tekniğini kullanarak uzayın ve zamanın herhangi bir koordinat noktasına kendilerini nakil edebiliyorlardı (Teleportasyon).Böylece Mars'ın verilen koordinatlarına gittiler.İlerleyen teknoloji sayesinde zaman tünellerini işletmek için talep edilen tüm koordinatlar ve bilgi, manyetik bir kasete kayıt edilir.Ve siz bu kaseti alıp bilgisayara koyabilirsiniz.Böylece insan beynini zaman/uzayda koordinatları ayarlayıp belirleyen bir araç gibi kullanan psişik sandelyeye gerek kalmadan direkt bilgisayar sistemiyle istenilen yerleşim alanına giden zaman tünelini açabilirsiniz.Çünkü bilgisayar, gök bilimine ait olan, tüm Dünya hareketleri, Güneş Sisteminin Hareketleri gibi bilgileri içerir ve hepsi bilgisayar içinde mevcuttur.Böylece herhangi bir anda holografik taramayla bulunduğumuz noktanın gideceğimiz noktaya olan mesafesi, konumu belirlenmiş olacağından o bilinen noktaya doğru zaman/mekan kayması etkisiyle kendimizi transfer edebiliriz. ]

Al Bielek: Mountauk projesinde çalışanlardan biride Matthew Zaret' ti. Matthew Zaret ve Preston Nichols teknik istasyon ustalarıydılar. Zaret benim önerim üzerine 1980'de görevinden ayrıldı.Prof.Zaret Radyo Frekans vericilerinin(RF transmitters)hepsini çizdi ve inşa etti.Zaret görünmezliği sağlayacak ve zaman tünellerini oluşturabilecek güçte elektromanyetik alanlar üreten dev bobin planlarını çizmekle görevlendirilmişti.Prof.Zaret yüksek güçte RF verici sistemleri, Radar ve modülatör sistemleri üzerine bir uzmandı.Prof.Zaret Montauk projesi için en son özel bir Amplitron(yükseltici/ Radyo Frekans Tüpü) tasarımını yapmıştı.

Çetin Bal: Philadelphia ve Mountauk projesinin teknik sistemlerinin teorik temeli 'zamanın bir dalga olması' kuramını esas almaktaydı.Bu proje çerçevesinde ''zaman'' bir dalga yapısı olarak görülmekteydi.İleri ve geri olmak üzere iki zaman dalgası vardır.Ve zamanın bu dalga yapısı yüksek güçteki radyo frekans alanları ile sekteye uğratılarak zaman ve uzayda bir çatlak yaratılabilir.Yani zaman eğilip bükülebilir...Kısaca bu deneylerin öngörüsü buydu!

Çeviri :Çetin BAL / İnternet dökümanlarından notlar